Bu kadar geek, geek diyoruz madem, neden kendimizi böyle nitelendiriyoruz diyerek birkaç günlük bir maceramı, adım adım sizinle paylaşayım diyorum ne dersiniz?
Her şey, daha önceden izleyip beğendiğim bir dizinin spin-off’unun çekildiğinden haberdar olmamla başladı. Söz konusu spin-off’u izledim, açıkçası çok da beğenmedim ama dizinin açılış müziği ağzıma bir dolandı, bir dolandı ki sormayın. Tabii, hemen her insan gibi bu işlerde kullandığımız bir uygulamayı açtım, müziği arattım. Sonra şarkının ismi bir yerden tanıdık geldi, ufak bir aramayla eski bir romanın ismi olduğu ortaya çıktı. İnternet üzerinden söz konusu roman bulundu, bir solukta okundu. Yetmedi ararken aynı isimli bir film olduğu keşfedildi, son olarak da açılıp o izlendi. Buradan sonrasına ise birkaç günümü resmen felç eden bu macerayı sizlerle paylaşmak kaldı.
Good Trouble
Geçtiğimiz yıl başlayan ve iki sezonu yayınlanmış olan The Good Trouble, İlk Bölüm Canavarı’nın şurada kendisine konu ettiği dizi The Fosters’ın spin-off’u.
Toplamda beş sezon sürmüş, uzun bir zaman önce başlayıp bitmiş bir dizi The Fosters. Tür olarak aile draması diyebiliriz. Çok da alışık olmadığımız bir aile ile karşı karşıya kalıyoruz; iki anne ve evlat edinilmiş çocuklar oluşturuyor dizideki ailemizi. Malibu’da bir devlet okulunun müdiresi olan Lena Adams ve onun eşi polis memuru Stef, hayatlarını istismara uğrayan, dışlanan, iyi bir başlangıç için gereken imkânlardan mahrum kalan çocuklara adıyorlar. Onlar için evlerini, güvenli bir çatı hâline getirmek istiyorlar.
Dizinin başlarında çiftimiz, annelerden birinin öz oğlu Brandon ve küçük yaşta evlat edindikler Latin asıllı ikiz kardeşlerle birlikte yaşıyorlar. Polis Stef’e aile içi şiddet çağrısı geliyor, burada da Callie ve Jude isimli iki çocukla karşılaşıyor. Sonuç olarak onları da ailelerine katmaya karar veriyorlar.
Dizinin temel meselesi aile arası ilişkilerin nasıl kurulup korunabileceği, azınlık hakları, çocuk istismarı, yozlaşmış sistem gibi konular. Bunların getirisi olarak da etik, ahlâk ve LGBTİ gibi temalar işleniyor. Dizinin güzel olan tarafı, bütün bu meseleler üzerine çok yüksekten uçmadan, gerçekten söyleyebilecek bir şeyi olması. Herhangi bir noktada sırf politik doğruculuk üzerine yerleştirilmiş karakterler olduğunu düşünmüyorsunuz, her şey organik biçimde gelişiyor
Spin-off’ta ise dizinin bittiği yerden iki kardeşin hikâyesi devam ediyor. Foster çiftinin evlat edindiği Latin asıllı ikizlerden biri olan Mariana, ailesini küçük yaşta yitirdiği için sisteme girip ev ev gezen ve sonunda yine Foster çifti tarafından evlatlık edinilen ablası Callie ile yeni bir hayata başlıyor. Sahil kasabasından çıkıp büyük bir şehre, bahçeli müstakil bir evden çıkıp ortak kullanım alanları olan bir çatı katına, huzurlu okullarından çıkıp iş hayatına atılacaklardır.
İçinden çıktıkları ana dizi gibi bu spin-off’ta da genç kız kardeşlerin karşılaştıkları çeşitli sorunlar işleniyor. Bunun içerisinde yine yozlaşmış sistem, iş hayatında cinsiyete bağı ayrımcılık, sosyal hayatta ırkçılık ve gençlik sorunları yer alıyor. Öte yandan The Fosters kadar başarılı değil dizi bunları işlemekte, o yüzden çok da tavsiye edemedim. Dizinin beni adıl alakadar eden ve bu yazıya konu olan kısmı ise jenerikteki müziği.
Kim Bingham – Bel Ami
Normal zamanda açıp dinleyeceğim tarzda bir şarkı değil ama akılda kalıcı ritimleri olduğu için midir, sanatçının sesi hoşuma gittiği için midir; hayatımın şarkının sözleriyle bağlantı kurabileceğim bir aşamasında olduğum için midir bilmiyorum, duyar duymaz ağzıma takıldı kaldı. Bir gün dinledim, ertesi gün çalma listeme aldım, üçüncü gün ise zil seslerimden biri yaptım.
Bir yandan da kafamda şu soru dönüyordu; şarkının ismi bir yerden tanıdık geliyor ama nereden?
Guy De Maupassant – Bel Ami
Guy De Maupassant ismini hiç alakası olmayanlarınız bile “olay hikâyesi”nin en büyük temsilcisi olarak lisede duymuşsunuzdur sanıyorum ki. Bel Ami ise onun en önemli romanı olarak nitelendiriliyor.
1850 yılında dünyaya gelen Fransız yazar, doğayla iç içe büyümesinin de bir katkısı olarak sıkı bir natüralist. Gençliğinde gönüllü olarak Fransa – Prusya savaşına katılmış, savaştan döndükten sonra ise Paris’e taşınmış. Küçük yaşta gittiği kilise okulundan atılmasından arda kalan din kurumuna olan karşıtlığı ise hiç değişmemiş.
Yazarlık serüveni ise 1871 yılında başlıyor. Özellikle Paris ve edebi ortamından sonra annesinin de çocukluk arkadaşı olan, bir başka kültürün Aşk-ı Memnu’su Madame Bovary’nin yazarı Gustave Flaubert’ten çok etkileniyor. Flaubert’te kendisinde bir ışık görüyor ve onu yetiştiriyor, yazar arkadaşlarıyla tanıştırıyor.
Bel Ami’yi 1885 yılında yazıyor. Romanın ismi farklı yerlerde Yakışıklı Dostum yahut Canım Arkadaşım şeklinde çevrilmiş. Yakışıklı Dostum daha uygun sanıyorum ki. Maupassant’ın romandaki temel meselesi aslında şehir kültürünün de olumsuz yönde katkı sağladığı hayatının temel dinamikleri: para, cinsellik ve iktidar. Ana kahramanı ise biraz yazarın kendisine kendisine benzeyen bir şekilde küçük bir köyde doğup savaştan sonra Paris’e gelen Georges Duroy isimli bir genç.
Duroy, küçük köyünde doğduğunda edindiği taşralı kimliğine rağmen hep zengin olma hırsına sahipmiş. Paris’te ise bu hedeflerine kısa yoldan ulaşmanın bir yolunu, yakışıklılığı ile buluyor. Dönemin ünlü gazetelerinden birinin sahibinin eşi ile yaşadığı yasak aşk, onu da ünlü bir genç gazeteci hâline getiriyor. Duroy, buradan sonra sosyeteye mensup diğer kadınların da göz bebeği olabileceğini fark ediyor ve yazılarını kimin yazdığının onun için bir önemi kalmıyor, üst kesime ulaşan basamakları tırmanıyor.
Romanın adından söz ettiren en büyük başarısı ise o dönemin Paris’ini çok iyi bir yerden yakalaması. Siyaset, basın ve sosyetenin ne kadar iç içe olduğunu ve bunların birbirini nasıl etkilediğini belki bugün bile geçerli olabilecek gerçeklikte dile getiriyor. İroni ve hicve olan yatkınlığı da üzerine tuz biber.
Bel Ami
2012 yılında gösterime giren film, Guy De Maupassant’ın romanının bir uyarlaması. Hâliyle bir dönem filmi mahiyeti de taşıyor. Başrollerde Robert Pattinson ve Uma Thurman var. Filmde, uyarlandığı romanın da mesele ettiği materyalizm oldukça ön planda.
1890’da savaştan yeni dönmüş taşralı bir geç adam olan George Duroy, iyi laf yapan ağzını çekiciliği ve güzel yüzüyle birleştiriyor. Bir an ilgi arayışını fahişelerle gideren, kimsenin tanımadığı meteliksiz bir adamken; bir an sonrasında, siyasetin ve ünün eşiğinde bir medya devinin yazarlarından olarak buluyor kendisini. Yolu da fakirlikten zenginliğe doğru ivme alıyor tabii. Bu esnada da ne evli kadınların ilişkiye girdiği genç bir erkek olmaktan, ne bir kadın olduğu için kendi ismiyle yazısını yayımlatamayan kadınların eserlerini kendisininmiş gibi kullanmaktan; ne de artık bir çıkarının kalmadığı yatak arkadaşlarını buruşturup atmaktan çekinmiyor. Üstüne şan, şöhret ve zenginliğe giden yolda önüne çıkan herkesi yok etmekten de geri durmuyor.
Aman aman harika bir film demezdim ancak uyarlandığı romanı beyaz perdeye aktarmakta da elinden geleni yaptığını düşünüyorum. Özellikle yeni Batman performansından önce Robert Pattinson’u ergen vampir rolünden başka bir şekilde izlemek isteyen varsa bu filme bir şans vermesini önermiş olayım.
Böylelikle ortak noktasını Bel Ami oluşturan bir kitap, bir dizi, bir film ve bir de şarkı hakkındaki yazımızın ve benim Bel Ami isimli bir şarkıyı dinlememin ardından yaşadığım son birkaç günün özetinin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Ben olabildiğince kısa tutmaya çalışıyorum ama şu birkaç gün içerisinde kelime grubunun gramatik kullanımının doğruluğundan tutun, roman hakkında yazılmış olan tezlere varana kadar Bel Ami ile ilgili herhangi bir şeyi affedersiniz kusacak hâle geldim. Sizlerin de böyle bir yerden bir şeye merak saldığınız ve günlerinizi incik cincik demeden bakınarak çılgınlar gibi aynı şeyle ilgilenerek geçirdiğiniz oldu mu? Yazmanızı bekliyorum.