Babam işi gereği bilgisayar kullanıyordu. Bizim evde de hep bilgisayar vardı, bence o dönemlerde bilgisayar sahibi olan pek çok babadan benim babamı ayıran şey onun simülasyon oyunları tutkusu oldu. Oyun oynadığını gördüğüm ilk kişi oydu ve bana oyun oynatan ilk kişi ne bir kuzenim, ne bir komşu çocuğu ne de bir internet kafe abisiydi, bana ilk oyunumu oynatan kişi babamdı. Lotus, en azından çok uzun bir süre adını sadece Lotus olarak bildiğim Lotus III: The Ultimate Challenge oynadığım ilk oyundu. Karşımda bir pist vardı, renkli arabalar, arka planda binalar ve yarış sesi. Yarışı kazanmak hiç bir zaman umrumda olmadı çünkü oyunun bana yaşattığı his kör birinin ilk defa renkleri görmesi gibiydi. Karşımdaki ekranda çok güzel bir dünya vardı.
“Grafikleri şimdi de güzel ya.”
Oynadığım ilk MMORPG ve gerçekten öğrenmek için çabaladığım ilk oyun Ultima Online oldu. Ultima Online bana hiç bir oyunun sunmadığı kadar özgürlük ve hiç bir oyunun sunmadığı kadar içerik sunmuştu daha da önemlisi içime ilk mücadele tohumlarını atan oyun o oldu. O oyunu benden başka oynayan yüzlerce insan vardı ve başarılı olmam için onlardan daha iyi olmalıydım. Evimize internet 2004 yılında bağlandı, ben ise UO’a 2003 yılında başladım. Bir sene boyunca neredeyse her gün param olsa da olmasa da internet kafeye gittim. Param olduğunda oynuyordum, olmadığında da oynayan abileri izliyordum. 2003 yılı boyunca klavye başında hissettiklerimi bir daha hiç hissedemedim ve büyük ihtimalle hissedemeyeceğim. Oyunu oynuyordum, oyunu ve diğer insanları yeniyordum ve yeniliyordum. Sürekli karşıma bilmediğim yeni şeyler çıkıyordu. O hissi nasıl açıklayacağımı bilmiyorum eğer kelimelere dökersem Dünyanın en heyecanlı ve en güzel hissiydi fakat bu tanım bile hissi tamamen açıklamaya yetmiyor. Yıllar geçtikçe daha çok oyun oynadım ve o his yavaş yavaş ölmeye başladı. Hissin ölmesi yetmiyormuş gibi oyunlar da git gide hamlaştı.
“Bana gerçek para vermeyin, Ultima altını verin. Çantama koyduğumda şıkırdasın.”
Dört yaşımdan beri neredeyse her gün oyun oynuyorum. Farklı türlere ait pek çok oyun oynadım ve artık oyunlar beni eskisi gibi tatmin edemiyor. Birbirinin kopyası indie oyunlar, aynı yumurta ikizi FPS’ler, tek farkı birim ismi ve grafikler olan RTSler ve pop-up çocuk kitapları gibi RPG’ler ve en orijinal olması gerektiği halde birbirini kopyalan sandbox oyunlarla dolu oyun piyasasında bana oyun oynadığımı hissettiren çok az oyunla karşılaşıyorum. Roguelike türüne bu kadar yakın olmamın sebebi de bu, her roguelike kendine özel sistemleriyle çok büyük hatta bazen de sonsuz genişlikle dünyalar sunuyor. Bu özelliğin piyasa sadece renkleri farkı olan aynı oyunlarla doluyken benim için ne kadar değerli olduğunu anlatamam. Ha tabi istisnalar da mevcut.
“Ahahahaha haha ha.”
Mesela son zamanlarda oynarken en çok eğlendiğim oyun Dark Souls: Prepare to Die Edition oldu. Oyunu son bosstan bir boss önce sinirlenip bırakmış ve bir haftalık ara vermiş olmam oyunu ne kadar beğendiğimin kanıtı. Bir haftalık aradan sonra oynamaya geri döndüm ve eğleniyorum çünkü oyun oyunu bitirmeme yardımcı olmuyor. Oyunun en başında da ne yapmam gerektiği söylenmemişti, oyun onu bitirmemem için elinden geleni ardına koymuyor. Doğruyu söylemek gerekirse uzun süre sonra grafikleri olan bir oyunda eğlenmek iyi geldi. Önceden oynamadığıma seviniyorum, çok doğru bir zamana denk geldi.
“Yaşanan olaylar aşırı derecede dramatize edilmiştir.”
Yazının sonuna gelirken farklı bir konuya atlıyorum ve kısaca bir iki şey söyleyeceğim. Popülerlikleri orijinalliklerine bağlı Indie oyunlar. Bir bahar rüzgarıydı, yerini kavurucu sıcağa bıraktı. Her şeyin popüler kültürü vardır ve şu an pek çok Indie oyun yapımcısı bu popüler kültür sayesinde emek verilmemiş oyunları “retro” kisvesiyle insanlara kakalıyor. 2-3 yıl sonra oyun dünyasının uyuşturucu satıcıları olarak anılacaksınız çünkü piyasa zehirle dolmuş durumda. Güzel vakit geçirmek için oyunu satın alan insanların içini kalitesizlikle dolduruyorsunuz. Çirkin.
“Piyasadaki “retro” oyunları bi’ bununla karşılaştırın.”
E peki çirkin çirkin konuştum, şimdi ne olacak? Bize mücadeleyi sunan, orijinal oyunlar yavaş yavaş bitecek mi? Kalitenin yerini birbirinin kopyası yüzlerce oyun mu alacak? Bu sorular çok önemli ve cevapları şirketlerde değil, oyuncularda. Oyun komüniteleri çıkmış ve gelecekte çıkacak olan oyunların şekillenmesindeki en büyük etkenlerden biri ve basitçe oyuncular talep etmezse şirketler sağlamaz. Benim bu konuda verebileceğim tek tavsiye ise hype’a kapılmadan satın alacağınız oyun hakkında önce iyice bilgi sahibi olup daha sonra paranızı vermeniz. Bu sayede deniz seviyesinin altına düşmek üzere olan kalite çıtasının yukarı çekilmesini sağlayabiliriz.
“Joystik göze saplanabilen bir şey.”
Elveda etmeden önce şunu da söyleyeyim piyasada güzel oyunlar da var ama güzel oyunlara gitmesi gereken ilginin bir kısmı çöp oyunlara takılıyor. Kendinize dikkat edin, tekrar görüşmek üzere.