İçinde çay olmayan bir gün hatırlıyor musunuz? Zor. Çay bizim kültürümüzün en sabit yapıtaşlarından biri. Hatta ileri gidelim, Türkiye’nin vekillerini birbirinden bacağından ısırtacak kadar kutuplu iskeletinde yeri tartışılmayan tek unsur kendisi. Bakın, hangi özel günleri kutlayacağına dahi karar verememiş bir toplum var elimizde; ama herkesin o özel günlerde ne içeceğine dair fikri ortak. Çay. Sünnet, düğün, bayram fark etmez; Türkiye’de kutlama yapmanın yetmiş sekiz farklı yolu var, ama o kutlamalarda içilecek şey hep belli. Çay. Çay işte.
Bunu rakamlarla da ispat etmek mümkün. An itibariyle Türkiye’de farklı kaynaklara göre kişi başına yılda 3 kilo ila 7.5 kilo arasında çay tüketiliyor. Bu, güzel ve yalnız ülkemizidünyanın kişi başına düşen çay üretimi en yüksek memleketi yapmakla kalmıyor. Aynı zamanda Türkiye tüm listelerde en yakın rakiplerinin en az %150 katı bir tüketime sahip. İlginçtir, bu bizim sadece tüketmekle kalmayıp üretiminde de büyük bir yer işgal ettiğimiz ticari ürünlerden bir tanesi. Türkiye yüzölçümünün %1’ini direkt çay üretmeye ayırmış vaziyette ve 2016 itibariyle dünyanın en çok çay üreten ilk on ülkesi arasında.
Peki iyi güzel de, biz çaya ne ara bu kadar coşmaya başladık?
Bunu ele almak için, çayın Anadolu’ya girişine bakmamız gerekiyor. Çay, tüm dünyaya olduğu gibi Anadolu coğrafyasına da Çin’den gelmekte. İlerisi için aklınızda bulunsun, bir şeyin orijinini merak ediyorsanız, muhtemelen isminde gizlidir. Çay da ismiyle müsemma ürünlerden. Kaynatınca suyu kızartan ve içinde insanın içini ısıtan bu bitkiye biz, Ruslar, Moğollar ve Gürcüler çay diyoruz, çünkü biz bu bitkiyi Kantonlardan gördük ve onlar cha diyorlardı. İngilizler, İtalyanlar ve Fransızlar ise tea veya minvallerini kullanıyorlar, çünkü onlar ticaretlerini Fujian dilinde konuşan insanlarla yaptılar ve Fujian dilinde o bitkinin adı te.
Çay Anadolu topraklarına giriyor girmesine, ancak karşısında kapı gibi bir rakip var. Kahve. Osmanlı toplumu o dönem çayı alıyor, tadıyor, inceden de coşuyorlar ama gördüğü muamele daha ziyade Fanta seviyesinde. Kimse “ülkeden atalım arkadaş ne gereksiz bir içecektir bu” demiyor, ama herkesin eğlence, sosyalleşme ve hatta toplumlaşma konusunda kolaylaştırıcı olarak kullanacağı birincil içki belli. Bu hiyerarşi, 19. yüzyıla kadar devam ediyor. 1838 civarında, Osmanlı’da çay üretimini şöyle bir deniyorlar, Japonya’dan ağaçlar getiriliyor; ama işte iklim müsait değil, müsait olmayan iklimi yenecek teknoloji de henüz yok. Çay şerefli ikinciliğine devam ediyor.
Ha bu arada çaya coşanlar var Osmanlı’da. Özellikle on dokuzuncu yüzyıl sonlarına doğru çay kendine has tatlı bir kitle oluşturmaya başlıyor. İstanbul’da, özellikle Sultanahmet bölgesinde çay satımı kademeli olarak artmaya başlıyor. Yalnız çayın en büyük bayraktarı, acayiptir; ne en büyük şehir İstanbul’dan, ne de sonradan çayın başkenti olacak Rize’den değil Adana’dan çıkıyor. O esnada Adana’da valilik görevini yürütmekte olan Edirne’li Hacı İzzet Paşa, 1879’da sadece çayın tarihi, raconu ve pişirilmesine ayırdığı Çay Risalesi kitabını çıkartıyor.
Bu noktada Türkiye’nin çay tarihini anlatmaya kısa bir mola verip, Rusya’ya çıkmamız gerekiyor. “Ne alaka?” demeyin, az sonra her şey yerli yerine oturacak.
Rusya, çayla bizimle aynı rota üzerinden yapılan ticaretler esnasında tanışıyor. Anımsarsanız yukarıda da söyledik, onlar da bizim gibi çaya çay diyorlar, çünkü onlar da çayı Azerbaycan – Gürcistan – İran hattı üzerinde gerçekleşen ticari rotalardan alıyor. Yalnız onların çaya coşmaları biraz daha tepeden inme. 1638’deyiz. Rusya ve Moğolistan eşrafı arasında küçük diplomatik flörtleşmeler yaşanmakta. Rus aristokratları Han ve yakınlarına hediyeler yolluyorlar, Han da altta kalmıyor, minnoş karşı sürprizler hazırlıyor. Bunlardan bir tanesi, hayvan derisine sarılmış bir yaprak. Ruslar bunu açıyor, ilk bir sorguluyorlar, sonra da kaynatıp içiyorlar. Rus çarı I. Mihail felaket yükseliyor bu içeceğe. Hemen ticaret anlaşmaları yapılıyor. İthal edilen çay ülkede öyle bir popülariteye ulaşıyor ki, Rusya 19. yüzyıl civarında kendi başına üretime başlamaya karar veriyor. Tarlaları ekmek için belirlenen yer de Gürcistan.
Peki bunun bizi ilgilendiren kısmı ne? Unutmayın, daha ulus devlet kavramının yeni yeni oturmaya başladığı, hareket serbestisinin hâlen yüksek olduğu 1800’lü yıllardayız. İnsanlar o dönemde sınır bazlı değil, daha ziyade hükümdar bazlı bir ayrıma alışıklar. O sebeple, Gürcistan’da kurulan tarlalara, ekseriyetle Karadeniz bölgesindeki çiftçilerin gidip gelmesi şimdiki gibi uluslararası anlaşmalar, diplomatik el sıkışmalar ile değil; baya “Arkadaşlar şurada iş varmış, gidek mi?” tipi bir hissiyat bünyesinde sağlanıyor. Bu iki halk için de iyi bir şey, ancak her iyi şey gibi, bunun da sonu geliyor. Yirminci yüzyılın başında, Büyük Savaş meydana geliyor ve iki ülkede de devrim yaşanıyor. Rusya’nın başında artol çaydan daha ziyade tank tüfek üretmeye coşan bir Komünist hükümet var. Anadolu’da ise her şeyden önce ulusal bir kimlik oturtmaya çalışan Kemalist devrim yaşanmakta.
Ortada ciddi bir problem var. Zaten coğrafyanın beli dört sene soluksuz savaşmaktan felaket bükülmüş. Erken Cumhuriyet rejimi, kendisine Osmanlı’nın görece çorak topraklarının kaldığının farkında. Savaşın bitmesiyle normal iş gücüne katılacak tonlarca insan var, ancak hiçbirini sokacak bir endüstri, sektör yok. İşin kötüsü, bir şeyler ithal edecek para da yok. İşte bu hissiyatla, erken Cumhuriyet rejimi nerelere yerel sermaye ve üretim filizleri ekilebileceğini araştırmaya başlıyor. Bulgularından bir tanesi, sualsiz bir şekilde şunu göstermekte: Karadeniz bölgesinde çay ekmesini bilen bir kitle var. Bunlar işsiz ve bu yüzden, sağa sola göç ediyorlar. Onları hem istihdam edecek, hem de kazalarında kalmalarını sağlayacak çözümün üretilmesi Cumhuriyet döneminin fazla vaktini almıyor. 1924 yılında Rize vilayeti ve Borçka kazasında fındık, portalak, mandalina, limon ve çay ekilmesine dair 407 sayılı kanun çıkıyor.
Çay üretimi bu yıldan sonra zorlu, ama istikrarlı bir artışa başlıyor. 1924 ve 1937 yılları arasında bu yöne yapılan bir yatırım var, ancak hayattaki her güzel şey gibi bu da vakit alıyor. 1937’de ilk defa elle tutulur bir mahsul alınıyor ve 20 ton çay çıkıyor Anadolu’dan. Sonrasındaki yükselişin zaten önü alınamıyor. 1939 yılında üretim 30 tonu, 1940’ta ise 40 tonu buluyor. Aynı sene, Türkiye Cumhuriyeti devlet bazında çayın satılmasını da ruhsata bağlayıp, işin tüketim tarafını da düzenliyor.
Yalnız hatırlar mısınız, Osmanlı döneminde tartışmasız favori içecek kahve demiştik sizlere? Ona ne oldu peki bu arada, merak edeniniz var mı? Şöyle; 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı kahve üretimine dair bütün kaynaklarını kaybediyor. Dolayısıyla, kahveyi edinmek istiyorsa, Anadolu artık ithalat yöntemine başvurmak zorunda. İçki çok popüler olduğu için, bir süre bu ithalat sağlanıyor, biber akıyor. Ancak bir noktada, devlet dışarıdan kahve getirmeye harcanan bu paranın, yerel sermayeye dönmesini sağlamak istiyor. Türkiye’de de kahve üretilecek bir yer olmadığından, çaya yükleniyorlar. Ve Türkiye’deki pek çok şey gibi, kahvenin de sonu devlet eliyle oluyor.
1947 yılında, Rize’nin Fener mahallesinde ilk ticari çay fabrikası Merkez Çay Fabrikası adı altında açılırken, aynı sene Türkiye Cumhuriyeti Devleti kahve ithalatını da ciddi anlamda yaptırımlarla dizgin altına almaya başlıyor. Bu devlet katkısıyla çay iyice ipini koparıyor. Tüketim ciddi anlamda artarken, üretim onu da utandıracak bir hızda yükseliyor. 1963 yılında, Türkiye’nin çay ithal etme dönemi komple sonlanıyor ve Anadolu coğrafyasının tarihinde ilk defa, çay arzı, çay talebini karşılayıp aşmaya başlıyor.
Yani enteresandır ama, bizim çaya bu kadar coşmamız esasında bir toplum mühendisliği eseri. Üstelik, yek değil, dü toplumun mühendisliği çayı bugün Türkiye kimliğinin ortasına koymuş vaziyette. Bir tarafta bir devlet, komple ideolojik sistemini değiştirip üretim kaynaklarını ağır endüstriye odakladığı için, öteki tarafta bir devletin içerisinde çaydan anlayan bir grup insan arta kalıyor. O devlet de her şeyden önce bir ulusal kimlik oluşturmaya, bunu da yerel sermaye / yerel üretim üzerinden yapmaya kararlı olduğu için, çaya destek çıkıyor ve başarılı oluyor. İşin enteresan kısmı, aynı rejimin oturtmaya çalıştığı pek çok kimlik unsurunun aksine, çay partizan bir düzlemde de kalmıyor. Bugün erken Cumhuriyet döneminde Türkiye kimliğinin bir yapıtaşı olunsun diye çalışılan pek çok şey spesifik olarak Atatürk ve onun Kemalist rejimiyle anılmakta. Ama çay sadece bir kişi ya da ideolojiye ait değil. Çay baya baya, tartışmasız bir şekilde, tüm alt kimliklerin de üzerinde, Türkiye’nin ta kendisi.
Şu an bu yazıyı çay içerken okuyan herkese selam olsun!