Amerikan müziğinin “patronu” Bruce Springsteen, Bob Dylan’ın pek çok kişiye göre Amerikan tarihinin en etkin ve etkileyici albümlerinden biri olan Highway 61 Revisited’ı tanımlarken, hissettiklerini anlatmaya ilk şarkıdan başlar. “Annemle arabadaydık, WMCA dinliyorduk ve birden o trampet çıktı ortaya. Sesi biri zihnimin içine kapı açmış gibiydi. Elvis bedenlerimizi nasıl özgürleştirdiyse, Dylan da zihinlerimizi özgürleştirdi.”
Springsteen’in Dylan övüşüne daha da devam edilebilir, ama özet olarak dedikleri çok doğrudur. 30 Ağustos 1965’te çıkan Highway 61 Revisited gerçekten de öyle bir albümdür. Dylan böğründen okur tüm şarkıları. İşin garibi, Dylan’ın tüm şarkıları öyledir. Dylan’ı meşhur eden şey de odur zaten. Sesi çok da güzel olmayan bu adamı, bir Amerikan ikonu hâline getiren şey, zikrettiği her cümleye birebir inanmasıdır.
Niye anlatıyorum bunları? Çünkü Bob Dylan çok az müzisyene nail olacak bir onur elde etti geçtiğimiz gün. Kendisi Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldı. Nobel komitesinin sebebi net ve açıktı, “büyük Amerikan şarkı geleneğinde, yeni şairane ifadeler yarattığı için” verdiler ödülü. Yani Nobel tarihinde, ilk defa bir müzisyene, yazdığı şarkı sözleri nedeniyle ödül verildi. Ve dürüst olmak gerekirse, böyle bir şey yapılacaksa, bu zaten ancak Dylan’a yapılabilirdi.
Geçen gün kendi kendime, nedendir bilinmez, hayatımda duyduğum en vurucu şarkı sözlerinden birinin Dylan’ın yine aynı albümdeki dadaist şarkısı Tombstone Blues’da geçen “The sun’s not yellow, it’s chicken” olduğunu düşünüyordum. Dylan öyle bir adam çünkü. Güneşin sarı değil, tavuk olduğunu duyurduğu şarkılarında da; işçi sınıfının derdini anlattığı baladlarda da, şöhretin acımasızlığını yazdığında da, bunları edebi ve güzel ve dürüst ve çıplak yapan bir adam. Bu yüzden de Nobel ona helal-i hoş olacaktır. Büyük adam, büyük ödül!