Çok uzun zamandır vaktimi harcadığım şeylerle ilgili bir beklenti içindeyim. Bu özellikle izlediğim, oynadığım, okuduğum şeyler için geçerli bir durum. Bir şeylerin olmasını bekliyor gibiyim, bir şeylerin beni alıp kafamın içinde girdiğim o dünyadan kurtarmasını bekliyorum sanki. Bütün bu bekleyiş içinde en büyük korkum, günün birinde aynaya baktığım vakit yansımamda bakışlarımın karşılığını veren kişinin 50 yaşında, düşündüğü şeyleri gerçekleştirememiş bir ben olması.
Eğer 50 yaşıma kadar yaşarsam, günün birinde 25 yaşına kadar zamanımı harcadığım şeylerle çok büyük bir vicdan muhasebesine gireceğimin bilincindeyim. Kendimi yaptığım bazı şeyler için affetmeyeceğim, bazı şeyleri ise yaptığım için kendimle gurur duyacağım. Bu muhasebenin sonunda önemli olan şey ise eksilerin ne kadar artıyı götürdüğü olacak. Hayatın maalesef bir matematiği yok. Bir insanın yaşamını alıp bunu kurgulayamazsınız. Bazen tek bir insanın hayatı, hikaye olmaktan çok uzaktır. Bunu alıp, parçalara bölüp, en olduğu gibi, en yalın, en salt haliyle aktarmaya çalışırsanız, kurgusal bir günceden fazlasını yaratmış olmazsınız.
Boyhood’u sevenleri anlayabiliyorum.12 yıl içerisinde bir insanın geçirdiği değişimlerin kamera karşısında bir kurguyla sunuluyor olması, insanın içindeki çok basit ve çok güçlü bir duyguya hitap ediyor. Bununla empati kurabilirim. Boyhood güzel bir film, arkasında çok emek olan bir film. Öte yandan, çok eleştirilmesine gerek olmayan, derin kaygılar gütmeyen, kendi derdini çok yalın bir dille özgün bir şekille anlatan bir film. Linklater’dan daha fazla bir beklentim var mıydı? Evet, sanırım vardı; fakat bu Boyhood’un yetersiz bir iş olduğu anlamına da gelmiyor.
Bazen bir şey sizi rahatsız eder. Bunun ne olduğunu tam olarak anlayamazsınız. Ancak ne zaman birisi bunu size sunar, işte o zaman ihtiyacınız olan şeyin bu olduğunu fark edersiniz. Rahatsızlık duyduğunuz şeyi belirtilene kadar bilmiyorsunuzdur ve anladıktan sonra hayatınıza bunun farkındalığı ile devam edersiniz. Ben Boyhood’dan sıfır ilham aldığım zaman beni rahatsız eden şeyin ve problemimin “ilham” almak olduğunu henüz bilmiyordum.
Bunun farkına varmam ise Iñárritu’nun Birdman’ini izlememle birlikte oldu. Burada bahsettiğim “ilham” kelimesinin bildiğimiz “ilham perisi” ile ilintilendirilen kelime olmadığını da söyleyeyim. Ben bunu insanı ruhundan yakalayan ve tamamen değiştiren tecrübeler için kullanıyorum. Benim için bir şeye veya birisine “ilham verici” diyebilmek büyük bir şey. Birdman izledikten sonra fark ettim ki yıllardır bunu bir film ile ilgili hissetmiyordum aslında.
Ufak bir parantez geçmem gerekiyor, Nolan sinemasına hayran olan biriyim, Interstellar uzun zamandır izlediğim en iyi filmlerden birisiydi. Fakat Nolan’ın dünyası ile Iñárritu’nun dünyasına bağlandığım gibi bağlanamıyorum. Nolan filmleri söz konusu olduğunda “steril” olarak eleştirilir. Bu eleştiriye katılmakla birlikte Nolan sinemasının benim için izlemeyi çok sevdiğim bir doğa fenomeni gibi olduğunu kayda düşmem gerekiyor. Hani gökyüzüne bakıp meteor yağmuru izlersiniz ve “bunlar nasıl oluyor böyle yahu” diye düşünürsünüz ya, işte benim Nolan’ın filmleriyle böyle bir ilişkim var.
Hal böyle olunca ben çok beğendiğim ve çok sevdiğim Interstellar ile Iñárritu’nun Birdman’i gibi bir ilişki kuramıyorum. Yani birine çok mesafeli bir sevgim ve saygım var, ötekini ise bağrıma basmak istiyorum. Buradaki fark, samimiyet. Birinden etkileniyorum, evet ama diğeriyle hemen samimi oluyorum, yakın hissediyorum. Ama Birdman’in sinema tarihinin en önemli işlerinden biri olma ihtimalinin bununla alakası yok. Hikayesinin içerdiği öz-düşünümsellikle de ilgisi yok. Birdman, sinema tarihinin en önemli işlerinden biri olabilir. çünkü birden fazla şey olma iddiası olmadan birden fazla şey olabilme meziyetine sahip.
Sinema, sosyal medya toplumu, ünlü olma durumu, müzikallerin geldiği hal, internet sayesinde şahıslara verilen bireysel güç, süper kahraman filmleri furyası ve daha pek çok birbiriyle ilintili konuda söyleyecek şeyleri var bu filmin. Üstelik Iñárritu’nun kurgusal dili sayesinde bunları size yüzünüze bağırarak değil, doğal bir akışın içinde sunuyor, bu sebeple hepsinin filmi izledikten sonraki günlerde yavaş yavaş ruhunuza sindiğini hissediyorsunuz. Bu sinema söz konusu olduğu zaman kişinin kendisine yaptığı en büyük yatırımlardan biri.
Ve yine bu sebepler yüzünden,Iñárritu’nun Oscar ödüllerinde favori olan Linklater’ı geçip en iyi film ödüllerini toplaması beni mutlu ediyor. Linklater şüphesiz çok iyi bir yönetmen ve Boyhood iyi bir proje. Ama Birdman ve Iñárritu kombosuyla karşılaştırıldığında Linklater’ın o kadar söyleyecek bir şeyi yokmuş gibi geliyor. Ve belki gerçekten yok. Belki olmasına da niyetlenilmedi. Zaten Boyhood’da Patricia Arquette’in o meşhur sahnesinde, “Sadece daha fazlası olur diye düşünmüştüm” cümlesiyle verilmeye çalışılan bu değil mi?
Eğer Boyhood’u okumaya çalışırsanız, dört bir yanda benzer mesajlarla kuşatıldığınızı göreceksiniz. Linklater, her ne kadar umut ve insan hayatı ile ilgili bir film yapmaya çalışmış olsa bile, Boyhood çok karanlık, yaşamı “devam etmek” gibi çok basit kavramlara bağlayan, kısır bir film. Bunun hep böyle olduğunu düşünüyordum, Birdman’i izledikten sonra artık buna eminim. Riggan’ın ihtirasları ve ailesi arasında yaşadığı araf. Birdman personasının ayrı bir karakter olarak kendi isteklerinin Riggan ile çatışması, hayatın ve var oluş şekillerinin değişmesi, genel olarak “birisi” olmak…
Bütün bunlar, insanların hikayesini ilginç kılan, hayatı yaşamaya değer kılan şeyler. İsteklerimiz, ihtiraslarımız, egolarımız, bütün bunlar bizi “birisi” yapıyor ve dünya bunlardan arınmış olsaydı ortalıkta ne heyecan, ne aşk, ne sevgi, ne de ruhlarımızı heyecanlandıran bir şey olurdu. Riggan’ın bütün hayalleri, hırsları, kimliği ve üzerine yaşadığını düşündüğü her şey Birdman personasıyla birlikte katman katman derinliğe sahipken, Mason’ın 12 yılda bir insan evladı olarak sadece duşakabinde biriken su derinliğinde bir karaktere sahip olması bana hiç inandırıcı gelmiyor, ben Boyhood’un hikayesine inanamıyorum.
Ve Boyhood’un en büyük, belki de tek iddiası “gerçek” olması değil mi?
İki filmi karşılaştırdığım tek yer, gerçekçilikleri. Bir odaya girsem ve hiç tanımadığım birisini parmakla göstersem, emin olun Mason’dan çok daha ilginç bir hayat yaşamıştır. Çünkü hayat ilginç bir şey, her gün yavaş yavaş delirmeye yüz tutan bir var oluş içindeyiz, kendi “Boyhood” dönemimden verebileceğim onca örnek varken, gönül rahatlığı ile Boyhood’u “steril” olmakla itham edebilirim bence.
Yaşamın en büyük şakalarından biri “Hiper Realizm” diye bir şeyin olması sanırım. Çünkü insanoğlu olarak “olması gereken gerçeklik” diye baktığımız şey, günümüzde nadiren yaşadığımız bir şeye dönüştü. Evine yemek siparişi veren bir kadın iki dakika sonra aynı kurye tarafından “ölünü sikerim” minvalinde tehdit alabiliyor, insanlar başkalarını normal bir günde tecavüz ettikten sonra yakarak öldürebiliyor, bütün bunlar film senaryoları gibi fakat günlük olarak yaşanıyor işte. Böyle bir yaşamda, olması gerekenlerin devamlı olarak “olamadığı” bir hayatta Boyhood’un anlatmaya çalıştığı şey bu sebeple inandırıcılığını yitiriyor,
Bu sebeple Linklater’ın “Sadece daha fazlası olur diye düşünmüştüm” demeye çok hakkı yok bana kalırsa.
2 Comments
neden illa bir insanın dramatize edilmiş hayatını izlemek zorunda kalalım ki. Mason büyük ihtimalle bizim izlediklerimiz dışında son derece garip şeylerle karşılaşıyor ama bize gösterilmiyor. zaten filmin değerini ortaya koyan şey en önemli olarak kabul edilen şeylerin gösterilmediği halde filmin çekilmiş olması.
Boyhood’un okumasının filmden çok mockumantery sınıfına yakın tutulması gerektiğini düşünüyorum bu yüzden birdman vs boyhood aşağı yukarı elma-armut ilişkisine benzemiş.
Sevgiler
görüşlerin hakkında yorum yapmıcam zevkler ve renkler tartışılmaz 🙂 ama birdmanden nasıl bir ilham aldın merak ettim doğrusu. ben ilhamı geçtim her hangi bir önerme bir nasihat ne biliyim hiç bir şey alamadım. cahilliğin beklenmedik erdemi lafından kasarsam belki birşeyler çıkarabilirim. ama onun telifi bana ait olur, film o konuda hiç bir şey anlatamadı sanki.