Civil War hâlâ sinemalarda tatlı tatlı bir meltem olarak eserken, yeridir diye düşündük, Captain America‘yı şöyle bir enine boyuna konuşalım istedik. Aslında, daha önce konuşmuştuk zaten. YouTube kanalımızda, Captain America Kimdir adında bir video yayınlamıştık. Aşağıda okuyacağınız şey, o videonun metni. Daha önce birkaç kez, “Videoları metin olarak sitede yayınlasanız aslında?” gibi tepkiler gelmişti, biz de bu seferlik, “Niye olmasın?” dedik. Videoyu izlemek isterseniz, onu da aşağıya iliştirelim. Iron Man versiyonu ise şurada.
Captain America 1920’lerde, New York’un fakir bir mahallesinde doğuyor. Babası o çocukken ölüyor ve ona annesi bakıyor. Küçük Steve Rogers’ın bu dönemlerde iki kaçış yolu var; biri okuduğu kitaplar, özellikle de fantastik hikayeler, diğeri de yaptığı çizimler. Annesi bir süre sonra, tek başına Steve’e bakmanın yoğunluğu, yoksulluğun imkansızlığıyla birleşince, zatüreden hayatını kaybediyor. Burada çok mühim bir detay var; Steve Rogers çocukken yaşıtları ve arkadaşları tarafından itilip kakılıyor, dalga geçiliyor, İngilizce tabiriyle “bullying” dediğimiz şeye maruz kalıyor. Bu onda, nerede olurlarsa olsunlar, bully’lere karşı olmak refleksinin gelişmesine sebep oluyor. Bu refleks, Avrupa’nın Nazi işgali başladığında, Steve Rogers’ın savaşa katılmak istemesine sebep oluyor.
Sonrasını biliyorsunuz zaten, Steve başvuruyor, “sen tıfılsın” diyor, almıyorlar, Captain Philips bunu duyup, “sen ateşli bir gence benziyorsun, gel evladım” diyerek Super Soldier projesine dahil ediyor. Steve oradan gazı alıp, savaşa giriyor. Orada, bir gün kamptayken, James Barnes isimli genç bir asker Steve’i kostümünü giyerken görüyor. O sıralarda Cap’in kimliği gizli, sabahları Er Rogers olarak takılıyor, akşamları Cap oluyor, bunu da bir tek Captain Philips biliyor. Barnes’ın kendisinin kim olduğunu gören Cap, “e peki madem” diyor, çocukta da bir şey gördüğü için, onu yancısı olarak eğitiyor. Sonradan Winter Soldier olarak da münasebet kuracağımız bu kişi, yani Bucky, Hakk’ın rahmetine kavuşuyor, sonradan da Cap zaten buza düşüyor, donuyor, 1968’de Avengers ekibine uyanıyor.
Cap bir ara Mark Waid’in yazdığı hikayede, vatan haini olarak damgalanıyor ve sınırdışı ediliyor. Bu Cap’in Amerika sembolü olmaktan çıktığı tek an da değil üstelik. Amerika’da Watergate skandalı olarak bilinen bir olay var. Burada Amerika’nın o dönemki başkanı Richard Nixon, Washington DC’deki Watergate ofis kompleksinde kalan Demokrat Parti merkezini bastırıp, gizli belgeleri fotoğraflıyor, dinleme cihazı yerleştiriyor, bir de olayın üstünü örtmeye çalışıyor. Bu olay o dönem için çok şoke edici zira bunun sonucunda Nixon istifa ediyor. Kendisi istifa eden tek ABD başkanı. Bu olay Cap’i de etkiliyor ve kendisi “lanet olsun içimdeki vatan sevgisine” deyip, Captain America olmaktan vazgeçiyor. Kendisine yeni bir isim olarak da “Vatansız Göçebe” anlamına gelen “Nomad”‘i seçiyor.
Peki sonra ne oluyor da geri dönüyor Captain America ismine? İşte burada, Cap’i Cap yapan değerlerden en önemlisi yatıyor. Steve Rogers, yeni Captain America öldükten sonra, kostümün ve ismin, Amerikan hükümetinin değil, Amerikan İDEALLERİNİN bir sembolü olduğuna karar veriyor. Bu çoğu yazarın Cap ile ilgili anlayamadığı, ama şükürler olsun ki sinematik evrende doğru tespit edilen bir şey. Captain America, Amerikan hükümetinin Captain’ı değil. O 2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte, Soğuk Savaş esnasında yavaş yavaş müdahaleci ve paranoyak bir hüviyet kazanan ABD’nin Captain’ı değil. O, 1930’larda Büyük Buhran’dan sosyal demokrat politikalarla çıkmış, İki Dünya Savaşı’na da kendisine saldırılana kadar girmeyen Amerika’nın Captain’ı; “Founding Fathers” dediğimiz, kurucu otokrat kadronun sahip olduğu Aydınlanma dönemi ideallerinin Captain’ı. O yüzden de Nomad meselesinde ve Winter Soldier filminde olduğu gibi, sık sık mevcut hükümetle ters düşebiliyor.
Zaten Civil War hikayesindeki duruşu da, bunun ispatı. 1945’ten kopup gelen adamın mevcut devlete karşı durması, modern, sanayici ve kapitalist Tony Stark’ın da mevcut devlete yakın bir duruş alması sürpriz değil. Elbette büyük patron, milyarder, fabrikalar sahibi Tony bey; daha fazla kontrolle problem çözmek istiyor. Ama Hitler’i bizzat yumruklamış olan Steve Rogers; devletlerin eline daha fazla güç verilirse, bunun sonunun daha fazla savaş ve acı ile biteceğinin farkında. Steve Rogers, Amerika’nın üzerine kurulduğu, “her insan devlet baskısından korkmadan, hür bir şekilde yaşamalıdır, devlet hayata olabildiğince az müdahale etmelidir” idealini temsil ederken; Tony Stark lobi şirketleri vasıtasıyla her Başkan, Meclis Üyesi ve Senatör adayının daha seçilmeden nüfuz sahibi sanayiciler tarafından satın alındığı 21. yüzyıl Amerika’sını temsil ediyor yani aslında. Civil War hikayesi de, bu iki çatışan fikir üzerine kurulu. Zaten iki kahraman da, çizgi romanlarda sık sık karşı cephelere geçiyorlar bu yüzden…