4. G.O.R.A.
Çüüüş… Değil mi? Bunu demek istiyor insan. İnanın roller değişse ve bir Cem Yılmaz filmleri listesinde G.O.R.A.’yı ben dördüncü sırada görsem, ben de benzer bir tepki verirken bulurdum kendimi. Ama umarım ilk üç madde ilerledikçe, taşları yerine oturtabileceğim sizin için; nasıl düşündüğümü aktarabileceğim. Şimdilik G.O.R.A.’nın kıymetinin altını heves ve şevk ile çizdiğim şu yazıyı özetlesem yeterli zannederim: G.O.R.A., Türkiye’nin en iyi bilim kurgu filmi. Bu konuda rakibi yok. Çıkmadı. Olmayacak. Mümkün de değil zaten. Çünkü Türkiye’nin en iyi yaptığı şey mizah, mizahını en iyi yapan adam bu, bu adamın da yaptığı bilim kurgu filminin adı G.O.R.A. Denklem basit.
3. Hokkabaz
Hokkabaz’ın sonunda –spoiler olacak ama– şu yukarıdaki sahne var. Mazhar Alanson’un karakterinin cilalı bir karavan ile çıkageldiği, Tuna Orhan’ın karakterinin gözlüklerden kurtulmuş olmasına dair mutluluğunu paylaştığı ve en nihayetinde Cem Yılmaz’ın karakterinin hareketsiz bedeninin, Alanson’un kollarında uzanmasıyla biten bir sahne. O sahnenin finali İskender‘in uyanmasıyla biter ve ben hep düşünmüşümdür; uyanmasaydı İskender, kıysaydı Yılmaz bize, daha iyi olur muydu film? Daha derine işler miydi?
Yıllar geçti ama, en sonunda bu sorunun cevabını verebiliyorum. Hayır. Daha iyi olmazdı. Çünkü Hokkabaz bir ümit filmi. Bir kalp filmi. Saflığı öven bir film. Yılmaz’ın esasında şüpheciliğe ve aşınmış kalplere karşı daimi bir ufka bakma hâlini savunduğu filmini performans sanatlarının en eskisi olan sihirbazlık etrafında kurması tesadüfi değil. Çünkü Yılmaz –her büyük sanatçı gibi– kendisini anlatıyor aslında bu kontrastın içerisinde. Kararı bu yüzden doğru. Olmaz diyenlere, kalbini kıranlara, rızkına niyetlenenlere ve bütün kalbi katılaşmış baba figürlerine karşı hokkabazlar vazgeçemez çünkü. Vazgeçmemeli.
Yani Cem Yılmaz nasıl film çekmeyi bırakmamalıysa şu ömrü hayatında, üretimindeki o çocuksu hayali bozmamalıysa; Hokkabaz İskender de babasının kollarında can vermemeli. Çünkü o babaların da kalbi yumuşar, Maradona’ların gözleri çizilir ve her şeyin bir yolu bulunur bu hayatta; hayaller temiz kaldığı oranda…
2. Her Şey Çok Güzel Olacak
Yirmi yıl geçti Her Şey Çok Güzel Olacak‘ın üzerinden. İnanabiliyor musunuz? Altan ve Nuri kardeşlerin, mafya belasına bulaştırdıkları başlarını alıp gittikleri filmin cümlemizin gönlünde taht kurmasının üzerinden yirmi yıl geçti. Yılmaz yirmi üç yaşındaydı bu filmi yazıp, başrolünde oynadığında. Pek çok kişi için LeMan’da karikatür çizen, standup’ları hakkında da çok güzel şeyler söylenen bir adamdı. Hakeza Mazhar Alanson’da MFÖ’de bir harften ibaretti. Kimse ikisinin de oyunculuğa kadir olduğunu bilmiyordu.
Kadirlik yanlış kelime aslında. Hem Yılmaz, hem de Alanson kadir olarak açıklayabileceğimizden çok daha büyük bir ustalık sahibi olduklarını gösterdiler kamera arasından his aktarma konusunda. İkisinin oynadığı Altan ve Nuri kardeşler pek çoğumuz kadar gerçekti. Ömer Vargı’nın yönetimi de onları gerçek kılıyordu ve şüphesiz ki Yılmaz, Haksun ve Vargı’nın kaleme aldığı senaryonun da çok büyük payı vardı. Ama onlar yolda giderken bütün filmi sanki bir arkadaşınızın hasbelkader aldığı video kayıt gibi hissettiren şey, iki aktörün kimyası ve kudretiydi.
Eğer siz de filmi hatırlayıp duygulanıyorsanız eğer, müjdeyi de verelim son paragrafta: Yılmaz geçtiğimiz sene, Her Şey Çok Güzel Olacak‘ın 20. yılı şerefine kırk dakikalık bir orta metraj film yapacağını duyurmuştu sosyal medyadan. Yani en güzel Bilemiyorum Altan şakalarınızı hazırlayın, bu yıl tekrar değerlenecekler.
1. Yahşi Batı
Evet evet. Biliyorum.
Listeyi o yüzden sübjektif olduğunu bağıra çağıra hazırlıyorum. Yahşi Batı nesnel olarak bu listenin tepesini vurabilecek bir film değil. Filmin ana kurgusu yer yer bini bir para göndermeler için parça pinçik ediliyor. Öykünün gidişatında sıkıntı yaratacak kopukluklar var. Gördüğümüz lokasyonlar çoğu zaman insanda bir süreklilik hissi uyandırmakta güçlük çekiyor ve filmin asıl konusu acayip bir şekilde Cannonball kasabasına gelene kadar başlamamakta ısrar ediyor.
Fakat seviyorum hakim bey, ne yapayım?
Çok seviyorum hem de. Gerçekten anlatsam benim adıma utanırsınız. Yahşi Batı’nın 19. yüzyıl Osmanlı’sından kopmuş gelmiş bir bürokrat ve gizli ajanın, Vahşi Batı’da yaşadıkları macerayı anlatıyor olması kafadan beni ihya ediyor. Kelimeleri, özellikle de eski kelimeleri çok seven bir insan olarak Yılmaz’ın elini hiç korkak alıştırmadan “Cereyanı tehlike-i vuku, emanetlerin mabada duhulü. Sarih!” gibi şakalar yapıyor olmasına eşit oranda hayranlık ve huşu ile coşuyorum. Filmin esasında büyük bir göndermeler kitabı olması çok hoşuma gidiyor.
Çünkü katmanlarla dolu bir komedi şekli var Yahşi Batı’da. Mesela bir sahnede Cem Yılmaz’ın karakteri Aziz Vefa, bir papaza yaklaşıyor. “Merhaba birader” diyor. Papaz onu düzeltiyor, “Birader değil,” diyor, “peder“. Bu şaka ilk katmanında Hıristiyan ruhban sınıfının isimlendirilmesinin, Türk seslenme alışkanlıklarıyla çakışmasına gönderme yapıyor. Sonra fark ediyorsunuz ki, o papazı Cem Yılmaz’ın abisi oynuyor. Yani aslında Aziz Vefa’ın ilk söylediği doğru, papazın düzeltmesi yanlış. Affı var mı şakanın? Yok. Otobüse binen binsin, binmeyen varsa taşıt her şekilde kendi kalkıyor. Ama işte yakaladıysanız da insan acayip mutlu oluyor.
Yahşi Batı böylesi göndermelerle, şakalarla, akıllıca kurgulanmış sahnelerle dolu. Ve gerçekten de bazı alıntıları yıllardır kafamdan gitmiyor. “Alayınızın amına korum lan” ile başlayıp, “Şef, bir büsküvüt müsküvüt var mı?” ile devam ettikten sonra finalini “Folklorik olarak sana saygım var ama sana tapamam totem” ile bitiren barış çubuğu sahnesini en az üç ayda bir YouTube’dan izleme ihtiyacı hissediyorum. Samimiyetle “Bıyıkların çok enteresan” – “Senin de yavrum” diyalogunun Türkiye sinema tarihinin en romantik laf takaslarından biri olduğunu düşünüyorum. Ve inanın, Zafer Algöz’ün performansını evde tek başına çok taklit etmeye çalışıyor, hep de başarısız oluyorum.
O yüzden benim listemde Yahşi Batı bir numarada.
Sizin liste peki, o ne havalarda?