Elimizde bir yapı var. Bu yapı açılacak, insanlara bir hizmet ve/veya ürün sunacak, böylece gelir sağlanacak. Buraya kadar her şey tamam. Ama şöyle bir sorun var, bu binanın en tepesine çöreklenmiş olan adam, sadece birkaç günü hesaplayıp ona göre davranıyor. Şirketinin bir haftadan fazla sürebileceğini düşünemiyor bile, sürecek olsa bile umurunda da değil hani. Zaten kendisinin ömrü de bir hafta kadar olduğundan en kısa sürede, gerekirse en pis şekilde, en fazla parayı kazanmak onu ırgalamıyor. Kısa sürede kâr edip topuklayacak, hem de muhtemelen binanın çevresini mahvetmiş olarak. Sonra kimsenin mahvetmediği bir başka yerde kalan ömrü boyunca tatil yapacak. Yani henüz kimsenin mahvetmediği tabii. İşte bu kapitalizm oluyor çünkü burada odak kapital, yani sermaye.
Bu hikâye çok absürt değil. Sokağa çıksanız ve üzerinde devasa bir şirketin logosu yapıştırılmış herhangi bir gökdelen görseniz bu hikâyeyi de göreceksiniz, en azından daha küçük bir ölçeğini. Şirketin ömrü bir hafta değil, elli yıl dahi olsa bu şirketler işe yaramaz planlarla ilerliyorlar. Sıradan bir binanın çevresini kirletmek yerine kutuplarda yanlışlıkla petrol tankeri boşalttıklarında da bir şeylerin çok saçma olduğunu fark etmemiz gerekir halbuki.
Şirketler sadece kendi menfaatlerini düşünüyor ve kısa vadeli planlar yapıyorlar, bu zaten malum. Bunun için ağlamıyorum ben. Benim demek istediğim şey, uzun vadeli düşünmenin o kadar da zor bir şey olmadığı. Düşündüğünüz kadar pahalı da değil. Kısa vadede çok kâr sağlamak yerine aynı miktarı –hatta daha fazlasını- uzun vadede azar azar elde etmek çok zor değil, bunu anlatmaya çalışıyorum.
Ancak sürdürülebilirlik dediğiniz anda akan sular duruyor, çevreden konuşmaya başlandığı anda da öflemeye başlıyoruz. Bugün burada tek tek birey suçlamayacağım, büyük ölçekli şirketlerin bizden çok daha fazlasını yapabileceklerini çünkü yine çok daha fazla zarar verdiklerini biliyorum. Çünkü siz elektronik cihazınızı doğru ellere teslim edip doğru biçimde kurtulsanız bile, binlerce kilo ağırlığında elektronik cihazın kamyonlarla ucuz iş gücünün olduğu herhangi bir ülkede kıyıya boşaltılıp boşaltılmayacağını bilemesiniz. ‘‘Küçücük çocuklar ağızlarına bez bağlayarak radyoaktif metal parçaları arasında iki miligramcık altın arıyor’’ cümlesi distopik bir kitaptan değil, günümüzden bir gazete haberi artık. Neyse ki bu yazıyı okuduğunuz cihazın içinde eser miktarda altın ve gümüş kullanmışlar, değil mi? Ama yine de küçük adımlar atmak ne kadar zor geliyor hepimize, gözümüzde büyüdükçe büyüyor iklim krizi.
Dünyayı korumaya başlamanın zor, zahmetli ve sancılı bir süreç gibi görünmesine rağmen aksini ispatlayacak insanlar çıktığı oluyor, Bjarke Ingels gibi. Ya da aksini ispatlayacak yapıtlar, Copenhill gibi. Bir şeyi savunmak için nutuk atmak ve elle tutulur bir şey sunamamak sizi mücadelenizde hep beş sıfır yenik başlatıyor, sonuna kadar haklı olsanız bile. Ben de Ingels’in projelerini duyunca şaşırdım çünkü bu önyargıyı çok keskin bir biçimde kırmayı başarıyor bu projeler. Kendisini yakından tanımak isterseniz Netflix’teki Soyut Düşünce Tasarım Sanatı’nın dördüncü bölümünü izleyebilirsiniz. Aslında ne bölümün ne de dizinin pek bir numarası yok, dördüncü bölümün sonunda Ingels’in Kopenhag’da kendi tasarladığı karşılıklı binalardan çekip birleştirdikleri bir sahnenin çok güzel durması dışında yani. Kendi yaptığın iki farklı binadan (tabii ki sonradan birleştirilen farklı zamanlamalarla) kendini parmakla gösterebilmek insanda mimar olma isteği uyandırıyor bir anda. Ama biz yaptıkları projeye dönelim.
Bir kere fikrin adı ‘‘Hedonistic Sustainability’’, Türkçesi Hazcı Sürdürülebilirlik de denilebilir. Hazcı bir yaklaşımla sürdürülebilir projelere imza atıyorlar ya da yine onların deyimiyle pragmatik bir ütopyaya yaklaşıyorlar. İsmi bile heyecan verici. Örneğin Kopenhag’da Copenhill adında bir bina var. Atık yakma tesisi ve enerji santrali olmasının yanı sıra kömürden biyokütle enerjisine geçmiş bu bina. Biyokütle enerjisi çevre dostu bir uygulama, bu başlı başına bir devrim. İleride sıfır karbon basamağına geçmeyi de düşünüyorlar, bu da harika bir şey. (Tabii biz ağzımız sulana sulana izlerken pek çok ülke çoktan biyokütle enerjisine geçti.) Ama projenin en müthiş yanı bu bile değil. Etliye sütlüye karışmayan sürdürülebilir bir proje olmasının yanı sıra, bir eğlence tesisi burası.
İnsanlar bu atık yakma tesisine gidip, kayak kayıyorlar. Go-kart yarışı yapıyorlar. Çim kayağı deniyorlar. İnsanlar bu binadan kaçmıyor, çünkü böyle bir toplumda ve 2020 yılında mutlaka böyle binalar olacak. Ama ne şehrin uzağında bu yapı ne de çirkin ve korkutucu duruyor. Aksine ‘bak bizim köylü yaptı burayı’ diyor dağ havası almak için enerji santraline gidiyorlar.
The chimney, instead of being a symbol of pollution, it becomes a celebration.
-Bjarke Ingels
Bacası gerçekten de kirliliğin sembolü olmaktan çıkıyor bu binanın. Bacayı tasarlarken de dumanın yuvarlak halkalar halinde çıkması için özel çaba göstermiş ve başka şirketlerle çalışmışlar zaten. Bacasından toksik maddeleri bırakın eser miktarda karbondioksit çıkıyor. İnsanlar gidip çirkin bacalardan çıkan şeyin zehirli olmayabileceğini, zaten öyle olmaması gerektiğini görüyorlar. Kendi sitelerinde de belirttikleri gibi ne zaman bir ton fosil karbondioksiti salsalar tüketimin nazik bir hatırlatıcısı olarak halka halinde dumanlar çıkartıyorlar.
Ekonomik açıdan baksan müthiş, çevresel olarak harika, ama bu noktadan sonra bizi tek bir şey ilgilendiriyor: aynı anda hem çevreci hem de eğlenceli olunabiliyor. Bu tesise giren ya da en az bir kere yakınından geçen herhangi bir insan evladı bana kalırsa sürdürülebilirlik ve eğlenceyi zihninde aynı rafa koyacak. Aslına bakarsanız çevrecilik için acayip kaliteli bir PR çalışması gibi bir şey bu, hem zevkine düşkün hem de sürdürülebilir olmayı çok sert başarıyor. Haklı sorunların insanlara sıkıcı gelmesiyle ancak böyle savaşılır sanırım, Kopenhag’da bir yerde bir çocuk için sıfır karbon adı geçen bir yer acayip eğlenceli yani. Bu çocuk referandumlarda oyunu dünyadan yana mı kullanır yoksa günü birlik kârlardan mı?
Ingels’in şirketi BIG (Bjarke Ingels Group)’in başka çevreci projeleri de var tabii, eski gemi konteynırlarını evlere dönüştürüyorlar ve bu evlerin de yine dünyaya hiç yük olmayan evler olmasını sağlıyorlar. Dünyaya hiç yük olmamak? Fevkalade bir şey. Bunu go-kart ve kayak yaparak sağlamak? İşte bu çok başka. Hem hedonist hem de sorumluluk sahibi olmak insanın aklını başından alıyor. Anında bu uzak görünen fikri, beraberinde zahmet ve sorumluluk getiren her şeyi günlük yaşamın içine dâhil ediyor. Ne diyeceğimi bilemiyorum gerçekten, kayak yapmak ile enerji santralini aynı cümlede kullanabiliyorum çünkü.
İşte bu noktada anlamışsınızdır ne demek istediğimi. Yapmamak kızdırmıyor, yapabilecekken ve yapması çok kolayken yapmamak; işte bu çok sinir bozucu. Türkiye yılda toplam 110 gün güneş görüyor. 110; güneşli günlerin sayısı da değil, basbayağı yılda 110 günlük süre boyunca ışıl ışıl bu ülke. Almanya ise bunun yarısı kadar anca güneş görüyor. Almanya’da güneş enerjisi çok yaygın, Türkiye’de yok denecek kadar az. Kelimenin tam anlamıyla gökten enerji yağacak ama tenezzül etmiyoruz bile.
O yüzden diyorum ki, yapabildiklerinizi yapmamazlık etmeyin, gidin, bugün halledin o işi. Muhtemelen gözünüzde büyüttüğünüzden çok daha kolaydır, hatta zevklidir.