Merhaba, ben J.H. Beni bu sayfaların gizemli kahramanı, karanlık koruyucusu olarak bildiniz. Bir Darkwing Duck kadar olmasam da benim de kendime has havalı bir cingılım, Spider-Man olmasa da kimliğimi gizleyerek korumam gereken sevdiceklerim var. Şimdi bakıp, “uff bu herif de yine bir nefret yazısı yazacak” diyebilirsiniz, ama bence en az Batman kadar yanlış anlaşılıyorum. Daha önceden Order of the Stick’e, Watchmen’e, Banner Saga’ya, Futurama’ya yazdığım sayısız aşk mektubunun yanı sıra, aslında perdelerimi kaldırdığımda kedi gibi bir insanım. Ve inanın, Game of Thrones’dan nefret etmek için geçerli sebeplerim var.
Şimdi, kuşkusuz ki Game of Thrones mükemmel bir dizi. Oyuncu seçimleri tek kelimeyle hayranlık uyandırıcı. Kitapları okurken ne hayal ettiyseniz, az çok dizide gözünüzün önüne getirilmiş şekliyle görebiliyorsunuz. Emilia Clarke o naif, kırılgan kızdan baş edilmesi güç bir lidere muhteşem evrildi. Stark sülalesinin her biri yürürken adımlarıyla “Kış geliyor” diyor. Benioff ve Weiss diziyi o kadar iyi yazıyorlar ki kitapların yazarı George R. R. Martin onları kenara çekip, kendisine bir şey olursa Demir Taht’a kimin oturacağını söyledi; yani kaynak materyalin yazarı uyarlayanları o derece benimsemiş ki kendilerine kaynak materyali ilerletmeleri için kredi vermiş vaziyette. Gerçekten de oturup Game of Thrones’un kalitesini tartışacak değilim. Ama nefret ediyorum işte. Hem de insanın içini yakacak denli alevli bir tutkuyla, bir daha tek bir Game of Thrones materyaline elimi sürmeyecek kadar da kesin bir kararlılıkla.
Bütün bu nefret, geçtiğimiz sene, bundan aşağı yukarı dokuz-on ay evvel başladı. Haziran ayının başlarıydı. Eğer son bir buçuk yılınızı bir mağaranın altında geçirmediyseniz, muhtemelen bunun hangi zamana tekabül ettiğini çözümleyebilmişsinizdir. Türkiye’nin en yaşanabilir günleri, Gezi direnişinin ilk demleriydi o zamanlar. İnsanların sokakta kol kola gezdiği, ayakta kalanın düşeni ayağa kaldırdığı, bozkurt selamıyla direneni zafer işaretiyle gezen teyzenin kaldırdığı zamanlardı. Ama bir yandan da, ölümüne karanlıktı, umutsuzdu. İstanbul Gezi Parkına komün kurmuştu, ama başta Ankara olmak üzere diğer şehirler dört yol ağızlarında robokop polislerle köşe kapmaca oynuyordu. Her gün aynı sokaklara inip, aynı polislerden aynı gazları dönüp dönüp yediğimiz günlerdi.
Eve gelmek azaptı o günlerde. İnsan dışarıda olmak, daha fazla şey yapmak istiyordu. Yorulan en yakın arkadaş evine girip, dinlendikten sonra akşam mahalli direnişe geçiyordu. Evde durmak günah gibiydi. Can sıkıyordu. Vicdan buruyordu. Ama işte vücut kırılgan bir şeydi, arada iki üç saat uyumak, yemek yemek gerekiyordu. Vücuda masaj yaptıktan sonra, bir de zihni elden geçirmek lazımdı. Onun için de başka aktivitelere yüz dönüyordu insan. Oyun oynamak fazla yorucuydu, o yüzden de çözüm diziydi. O sıralarda da işte Game of Thrones devam ediyordu. Bir saat boyunca her şeyden kaçıp, kendini Westeros’un dağlarına atmak, Winterfell’in karlarında yıkanmak hoş geliyordu kulağa. Böyle düşünerek üçüncü sezonun dokuzuncu bölümünü indirdim. İsmi, The Rains of Castamere’di.
Sonrasını söylememe gerek yok herhalde. Bölüm, meşhur Red Wedding’i anlatıyordu. Benioff ve Weiss’ın kitapta okuduktan sonra “Abi biz bunu çekmeliyiz” demelerine sebep olan sahne. Bir anda dizide sevdiğiniz hemen hemen her karakterin öteki tarafa göçmesini sağlayan sahne. Benim Game of Thrones’dan nefret etmeme sebep olan sahne.
Ya Allah için, buna niyet etmediklerini biliyorum, eyvallah da, ulan böyle bir zamanlama olabilir mi? Manyak mısınız siz nesiniz ya? Hadi diyelim ki benim şansıma kötü geldi. Ülke çapında zaten iyi insanlar bir bir ölürken bir de tutup dizide ölümünü seyretmek benim talihsizliğim oldu. Ülkede zaten genel olarak “Ulan demek ki kötüler de kazanabiliyormuş” hissiyatı yayılmaya başlamışken bunu dizide pekiştirmeniz bana denk geldi. Ya abicim böyle bir şeyi zaten niye yazıyorsunuz? Niye çekiyorsunuz? Sapkın mısınız ya?
Amerika’da hayal gücü çok geniş ve yazma kabiliyeti çok yüksek şişman bir amcanın ölüm fetişi var diye benim niye burada canım sıkılıyor? Sen üç sezon bir karakteri sevdir, ilk sezonun sonunda eşe dosta “King in the North” telefonları açtırt, kurtlara sempatiyi arttır ondan sonra da kes boğazını. Bir de olabildiğince iğrenç, olabildiğince kanlı yap ki unutulmasın yıllarca. Ne âlâ memleket. Yoo dostum yoo. Ben akli dengemi pazarda bulmadım. Hatta düzgün tutmak için seneler içerisinde ekstra bir çaba da harcadım. Kurgusal karakterleri çok sevip, ardından korkunç bir kesinlikle kaybetmek bana göre değil. Bir daha da kandıramazsın beni Game of Thrones. Bir daha seni izleyip, muhteşem oyunculukların ve harika senaryonla kanıma girip, bir karakteri sevdirttikten sonra canını almana tanık olamam. Ben senden nefret ederek daha mutluyum. Allah belanı versin. İnşallah reytinglerin çürür. Prodüksiyonun başına yıkılır. Baş rolün kapris yapar. İnşallah önemli bir savaş sahnesinde askerinin kolunda saat unutursun Game of Thrones, sevmiyorum seni!