“Korkuyu bir filmin ayrılmaz bir parçası gibi görüyorum. Sinemanın geri kalanından bağımsız bir alt tür olarak değil.”

Böyle demişti Guillermo del Toro bir röportajında, aklımda kaldığı kadarıyla. Del Toro’ya göre ‘korku’ her filmde var olabilir. Çektiği dram filmleri, fantastik filmler ve bilim-kurgular içinde korku her daim varolmuştur ama onlar, güçlerini anlattıkları hikayenin sarsıcılığından alırlar, seyirciyi korkutma amaçlı yerleştirilmiş ucuz korku numalarından değil. Crimson Peak‘i de kimi özünde bir dönem draması, kimi gotik bir romantik korku, kimi de sadece acı bir aşk hikayesi olarak görebilir. Şimdiye kadar çektikleri içinde hikaye anlamında en zayıflardan biri olabilir evet ama en azından yönetmen, bir noktaya kadar bundan öncekilerin izinden gitmeyi başarıyor. Yani bunu söylerken Pacific Rim‘i tüm filmografisinden ayrı tutuyorum elbet.

Tüm filmin türüne mal etmeden, korkuyu sadece filmin bir öğesi olarak karşımıza çıkarıyor. İncelemesine girişmeden önce baş karakterimiz Edith’in kendi kitabı için söylediğini filme de rahatlıkla atfetmeyi uygun görüyorum. İzlemeden önce şunu bilseniz hem üç aşağı beş yukarı fikriniz olur hem de farklı beklentiyle izlememiş olursunuz: Crimson Peak, bir “hayalet hikayesi” değil, sadece içinde hayalet olan bir hikaye.

Crimson-Peak-Movie-starring-Tom-Hiddleston-and-Mia-Wasikowska
Bu filmi izleyen birisinin rahatlıkla bir Charles Dickens ya da Emily Bronte romanından uyarlama olduğunu düşünmesi kadar doğal bir şey olamazdı herhalde. Çoğu zaman kendimi daha karanlık, çarpık ve sapkın bir Wuthering Heights, Great Expectations veya Jane Eyre izliyormuşum gibi hissetmedim değil. Sanki Del Toro ve Matthew Robbins, 1950-60’ların İngiliz yapımı yaratık filmleri (The Brides of Dracula, The Two Faces of Dr. JekyllThe Kiss of the Vampire, The Curse of the Mummy’s Tomb, The Evil of Frankenstein vs) ile klasik İngiliz edebiyatının bir karışımını kurgulamışlar. Becermişler mi, ona ayrıca geleceğim ama adettendir, sinopsisi özet geçeyim.

Artık kabarık etekli ve korseli kostümler giydiği dönem filmleriyle bilinçaltıma kazınan ve doğrusu herhangi bir döneme yakışmakta hiç de zorluk çekmediğini düşündüğüm Mia Wasikowska‘nın oynadığı Edith Cushing’in kara vebadan ölen annesinin hayaletini görmesiyle açılıyor film. Annesinin kendisine “Crimson Peak’ten uzak dur” mesajı vermesinin ardından seneler sonrasına atlıyoruz ve yazar olma arzusunda genç bir kız buluyoruz kendisini. Del Toro bu kısmı, annesinin büyükannesi öldükten sonra yaşadığı bir paranormal deneyimden yola çıkarak yazdığı araya sıkıştırayım.

Hayaletlere olan inancı, Edith’i içinde hayalet olan bir roman yazmaya itmiş. Tıpkı Del Toro’nun filmlerinde kullanmayı sevdiği gibi Edith de kitabında hayaleti, geçmiş için bir metafor olarak kullanmış. Fakat yayıncıdan gelen tepki beklenebilecek nitleikte: “bir aşk hikayesi koy”. New York’un önde gelenlerinden babası Carter, kızının iyilik timsali Doktor Alan McMichael ile olmasını isterken, Edith kendini İngiltere’den kız kardeşi Lucille ile birlikte gelen Baronet Thomas Sharpe’a kaptırınca kendisini İngilitere’de Allerdale Hall malikanesinin üzerine kurulduğu çorak ve kan kırmızısı topraklarda bulması da fazla uzun sürmüyor. Söylersem spoiler olmaz, zira tanıtımlardan Sharpe kardeşleri gördüyseniz o ikiliden başına hayırlı bir şey gelmeyeceğini de anlamışsınızdır herhalde.

Sadece edebiyattan değil de filmlerden de çok şey alıyor. Kamera açılarından bir daire şeklinde büyüyüp küçülerek yapılan sahne geçişlerine, rahatsız edici karakterlerinden set tasarımına kadar Hitchcock ve Kubrick’ten birçok referans bulmak mümkün. Film, neredeyse tüm gücünü efektlere sırtını yaslamadan el emeği göz nuru inşaa ettiğini korkutucu malikanesinden alıyor. uzun zamandır bir prodüksiyon tasarımından bu kadar etkilendiğimi hatırlamıyorum. Thomas E. Sanders’ın muhteşem vizyonu sayesinde adeta ete kemiğe bürünen Allerdale Hall, borularından çıkan sesleri, çatırdayan zemini ve delik tavanından içeri süzülen kuru yapraklar ve kar taneleriyle filmde de denildiği gibi adeta nefes alıyor. Ve Del Toro öylesine büyük başarıyla bu eve can veriyor ki,  Allerdale Hall, sadece ve sadece var olduğu için bile sizi filmdeki herhangi bir şeyden daha çok korkutuyor.

Crimson-Peak-Tom-Mia
Eleştireceğim bölümden önce oyunculuklara dokunayım biraz. Jessica Chastain‘den başlamak istiyorum. Hatta mümkünse sadece Jessica Chastain’i konuşmak istiyorum. Filmin son 20 dakikasında çıkardığı oyunculuk kariyerinde yaptığı en iyi şey olabilir. Aslına bakarsanız filmin başından beri süregelen naletliği, nemrutluğu ve sinir bozucu sessizliği ilmek ilmek bizi böyle bir finale hazırlıyordu. Dedim ya başından beri bildiğimiz şey çıktı sonunda, buna rağmen görmek istediğimiz de tam olarak buydu belki de. Bunu izlemek istedik. Sırlar meydana çıktığında ve artık numara yapmasına gerek kalmadığında ne kadar ileri gidebileceğini görmek istiyorduk. Chastain’in Lucille Sharpe portresi, kardeşine son derece bağlı olan, korkutucu derecede patalojik bir görümce tasviri.

Hatta hayatımda herhangi bir yerde izlediğim en “görümce” şey Chastain’in bu filmdeki karakteri olabilir. Akraba skalası içinde rahatlıkla görümceye, yengeye veya eltiye atfedebileceğimiz fettan bakışları, sizi filmde gözüken herhangi bir hayaletten daha çok rahatsız ediyor. Hele Edith ile Thomas’ın yattığını öğrendiğinde bir sinirlenip masaya vuruşu var, gelini bırak o an ben bile korkup salonu terk etmek istedim. Başka bir filmde rahatlıkla ödül sezonunda kendine yer bulabileceği bu performansı, malumunuz fantasik bir yapımda verdiği için sene sonuna doğru kaybolup gidecektir ama ben şimdiden yapacağım bir yılın performansları listesinde kendisine yer verebilirim.

Tom-Hiddleston-and-Jessica-Chastain-in-Crimson-Peak
Dönem kostümlerini bu kadar iyi taşıyıp bu kadar klasik İngiliz edebiyatının sayfalarından fırlamış gibi duran genç nesilden böylesine yetenekli pek az oyuncu vardır herhalde. Bir tek Carey Mulligan’ı oturtabiliyorum bu tarz filmlere ama onun bile bana fazlasıyla modern gelen bir havası var. Daha önce rol için Emma Stone’un düşünüldüğünü bilmesem rolü Mia Wasikowska için yazmışlar diyeceğim. Jane Eyre, Albert Nobbs’taki Helen karakteri ve bu filmdeki Edith’in ardından kendisini Madame Bovary olarak izleyeceğimizi düşünürsek önümüzdeki 5 sene tüm dönem karakterlerini bu kızın parselleyeceğini söylebiliriz sanırım. Sadece karakteri değil, filmi de çok iyi taşıdığı kanısındayım. O naifliği, masumiyeti ve kırılganlığı o kadar iyi yüzüne yansıyor ki, Emma Stone gibi son derece zeki ve cin bakışlı bir aktristi bu role koysalar tüm film çökeceğinden eminim.

Öte yandan geek kalbimize dokunan Tom Hiddleston‘ın ise doğal karizmasına karşı koymak çok zor. O hep arzu edilen mükemmel beyaz atlı prens olmamakla birlikte Edith’in ya da onun yaşındaki bir kızın kendini kollarına bırakmamasının zor olduğu bir adam Thomas Sharpe. Çekici aksanıyla İngiltere’den kopup gelmiş, jilet gibi giyinmiş bu genç ve yakışıklı adamda bir şeylerin yanlış olduğu çok ortada ama yine de bakışlarının sevgi dolu olduğuna sizi inandırmakta çok zorluk çekmiyor. Tom Hiddleston sanki senaryonun sonunu okumadan yönetmenin adımlarını takip etmiş gibi. O an karakterin kötü mü iyi mi olduğunu bilmiyormuş gibi sırlarla dolu naif bir adam çiziyor.

Crimson2
Gelelim filmin aksayan tarafına. Hatta aksıyor demek yeterli mi emin değilim. Bu nokta, neden filme “iyi film” diyemediğimizin esas sebebi. Del Toro’nun diğer filmlerinde olup bunda eksik ettiği şey bize tek katmandan oluşan bir öykü sunması. Del Toro, her zaman (yine Pacific Rim‘i dışlayabilir miyiz burada lütfen?) hikayelerini anlatırken tarihi de arkasına almıştır. Pan’s Labyrinth‘te Ofelia’nin öyküsünü izlerken İspanya İç Savaşı’nı ve Franco’nun yönetiminin zalimliğini iliklerinize kadar hissedersiniz. En patlamalı, en vurdulu kırdılı savaş filminden daha acımasızdır buradaki öykü. Ya da Devil’s Backbone‘da Sosyalist babası Nasyonelistler ile savaşırken can veren Carlos’un yetimhanedeki yalnızlığı size geçer. Hellboy bile, İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’in savaşı kazanmak için bilimle kara büyüyü karıştırıp elde etmek istediği teknolojiyi anlatan bir sekansla açılır ve bu açılışın etkisi tüm filme yayılır.

Konuyu yukarıda söylediğim şeye bağlayacağımı belirterek araya bir şey sokuşturayım: birkaç sene önce yine Tom Hiddleston‘ın Rachel Weisz ile oynadığı The Deep Blue Sea filmin özel gösterimine katılmıştım. Filmin İngiliz yönetmeni Terence Davies, film sonrası söyleşide sorularımızı cevaplarken konu döndü dolaştı İngiliz edebiyatına ve edebiyat uyarlamalarına geldi. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle bir şey söylemişti: “İngilizler belki de edebiyatın kurucusu olduklarına inandıkları, edebi anlamda çok güçlü olduklarını düşündükleri için filmlerinde çok fazla konuşuyorlar. Diyalog olmadan sadece görsel olarak bazı şeylerin anlatılabileceğine inanmıyorlar. Onlara göre iyi bir hikaye anlatımı iyi diyaloglardan geçiyor.”

Genel olarak Amerikan sineması da Terrence Davies’in söylediğinin tam tersi bir zayıflıktan muzdarip bence. Görsellikle göz boyayıp hiçbir şey söyleyemeyen tonla film. Belki Hollywood’un içinden değil de Latin Amerika sinemasından çıktığı için olacak, Guillermo del Toro’nun bu ikisini her daim iyi bir araya getirdiğini düşünmüşümdür. Altyapısı sağlam, tarihten beslenen ve görselliğini göz boyamak için değil hikayeye hizmet eden şekilde kullanan filmler. Dolayısıyla Crimson Peak gibi 20. yüzyılın eşiğinde geçen bir filmin hikayesinin döneme de ayna tutan birkaç katmandan oluşmasını bekledim ister istemez. Del Toro, referans aldığı romanların veya Rebecca, The Shining gibi filmlerin ruhunu yakalamış yakalamasına belki ama onların edebi gücünü verebilmekten de çok çok uzak kalmış maalesef. Film gösterişçi kesinkle değil. Karşımızda boş bir ihtişam yok. Fakat anlattığı dümdüz hikaye yüzünden izlediğimiz şey hiçbir zaman tam olarak “olamıyor”. Başından beri beklediğimiz finale beklediğimiz şekilde ulaşıyoruz.

2449_RC_00052R
Belki şaşalı dönem filmlerini sevdiğimden, belki de filmin görselliği hikayenin düzlüğünün, sıradanlığının ve sürpriz olmaktan çok çok uzak olan finalinin üstünü örttüğü için tüm eksiklerine rağmen biraz beğenmiş olabilirim. Ama bu epey öznel bir beğeni. En azından yönetmenin kötü filmleri arasına koymam. Kaldı ki del Toro’nun amacı da bizi korkutup şaşırtmak mıydı bunu da tartışmak lazım. Sonuçta çoğu korku filminin yaptığını yapmak yerine filmin başından itibaren hayaletleri net bir şekilde görmenizi, asıl korku ve dehşeti canlıların yarattığını anlamanızı isteyen bir adam Guillermo del Toro. Bu yüzden o finalin geldiğini görmeniz onun umrunda değil. Derdi başka şeyler. Zaten o sürprizi yaşamanızı istese filmin açılışında ana karakteri elleri kanlı bir biçimde gösterip tüm filmi size Edith’in başına bir şey gelmeyeceğini vurgulayarak izletmezdi.

Son tahlilde, bir gotik korku filmi bekleyenlere Thomas Sharpe’ın Edith’in kitabı hakkında söylediği şeyi Crimson Peak için iliştirelim: “Gülünç derecede duygusal”. Yine de bu bile atmosferi ve oyunculukları için pekala mazur görülebilir. Del Toro, Pacific Rim 2’den önce bize Hellboy 3‘ü verirse söz bu filmle ilgili ömür boyu ağzımı açmayacağım.

Author

Bir reklam ajansında esnek saat olarak çalışıyor. Geekyapar yazarı. Hobi olarak spoiler vermeyi seviyor. Dreamer değil. Vizyonsuz. Şu hayatta hep Hufflepuff'liğindan kaybetti.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.