Bu sayfalar da dâhil olmak üzere pek çok yerde bilim kurgu ve onun alt türlerinin, ondan yola çıkan yahut ondan türeyen terimlerin, şimdiye kadar bildiklerimizden en az bir adım ilerisini hayal ettiğini okudunuz. Dünya üzerinde geleceği kurgulamak açısından yenilikçi, ilerlemeci, deneysel ve devrimsel gibi sıfatlarla tanımlanacak bir tür varsa bu elbette ki bilim kurgu olmalıydı. Yüzyıllar önce denizaltıyı hayal etmekle başlayan o serüven, bugünlerde de ‘uzayaltı‘larını, kara delikler arasında seyahate imkân veren başka başka araçları ihtiva edecekti elbette. Ancak burada asıl yenilikçi ve deneysel taraf sadece teknik gelişmeler değil, en basit hâliyle kullandığımız aletler, medeniyetimizi; o da karşılıklı olarak kültürümüzü etkiliyor. Kültürden bahsi açtığınız zaman ise materyalde kalmanız pek mümkün değil, tüm sosyal inşanıza giriş yapıyorsunuz.

Yine pek çok yerde, işte bu yüzden bilim kurgu ve yazımız özelinde cyberpunk örnekleri karşısında en iyi ihtimalle aklı karışan, çoğunlukla da kesinlikle itiraz eden insanlar görüyorsunuz. Punk evrenleri çeşitli yanlarından çekiştireceğim dosya yazılarımın ikincisinde, cyberpunk üzerinden bu sosyal inşaya biraz bakmak istedim. Makine ve insan etkileşimi hakkında, steampunk’a biraz daha kıyak geçtiğim ilk yazı için şuraya bakabilirsiniz. Oradan sonra devam edecekseniz de bu yazının temasının, yine makine-insan etkileşiminin odağında duran ve bizlerin de her yeni bilim kurgu yahut alt türündeki eser sinemaya uyarlandığında birbirimizle güreştiğimiz cinsiyet meselesi üzerine olacağını belirtmiş olayım.  

Tıpkı uzun bir zaman, şimdi de belki tartışabileceğimiz bir şekilde fantastik türünün eril bir alan olması gibi, bilim kurgu da eril bir alan. Burada doğrudan “erkek” cinsiyetini kastetmediğimi hemen belirtmek isterim çünkü öbür türlü yazının amacı tamamen kaçar. Zaten cyberpunk ile ilgili bir yazıyı okumaya niyet ettiyseniz, erkek ve kadınlar gibi iki temel biyolojik cinsiyetin konuşulduğu bir alanda olmadığımızı da benden daha iyi biliyorsunuzdur diye düşünüyorum. Burada ve sonrasında erili, daha çok Jung başta olmak üzere psikanalistlerin kullandığı anlamla alacağım, o anlam da erkek cinsini kapsıyor fakat sınırlarımız biyolojik olmaktan çok uzak, daha çok sosyal inşa ve birisi hakkında şurada yazdığım yazıda da bahsettiğim binlerce farklı ön kabul, uygulamayla çevrili. Fantastik ve bilim kurgunun eril alanlar olmasından temelde neyi kastediyoruz; yazarları ezici bir çoğunlukla beyaz erkekler, kahramanları ezici bir çoğunlukla beyaz erkeklerden oluşuyor, içlerinde yer alan kadın karakterlerin portrelenişi de yine ezici bir çoğunlukla beyaz erkeklerin alışkın olup istediği standartlara göre belirleniyor.

Ursula Le Guin, erilden kastın anlaşılmasında hepimizin az çok tanıdığı ve sevdiği bir yazar olarak iyi bir örnek olabilir. Kendisinin Yerdeniz serisinin ilk kitabındaki karakter seçimi ve kadınların bu serideki konumu dikkate değer; dikkat etmesek bile döneminin eğilimlerinden ötürü “erkek gibi düşünen bir kadın yazar” olduğunu ifade ettiği röportajlarını dayanak alabiliriz.  Heh, yeri gelmişken “dönem” dediğimiz de iyi oldu, hem konuya buradan bağlanacak hem de 2021 yılında kadın karakterlerin de baskın olduğu fantastik yapımların elbette ki bulunduğuna temas edebileceğiz.

Önce bilim kurgu, sonra da daha büyük oranda cyberpunk, türün temellendiği dönemlerde geleceği, daha önce düşünülemeyecek bir şekilde hayal etmesiyle ve içinde barındırdığı temalarla devrimsel bir iş yapıyor olarak pazarlanmış, çoğunlukla da öyle algılanmıştı. Bu yanlış değildi, gerçekten de teknolojinin hüküm sürdüğü, bildiğimiz karbon temelli yaşamların yanında silikon temelli yaşamların yaygınlaştığı, insan ve makinelerin hem estetik hem biçim hem de zihinsel olarak ayrılamayacak şekilde birbirine eklemlendiği bu yapımlar, bize devrimsel birtakım şeyler düşündürdüler.

Bir kere makine ve insan birleşimini ortaya attığınızda, bazısı benden de yükselen bazı muhafazakâr itirazlarla karşılaşacağınız kesin. İnsanlığı da bir sonraki aşamaya taşıyan da her zaman nitekim bu itirazların savunucularla çatışmasından doğan düşünceler olmuş. Frankenstein olarak bildiğimiz romanın asıl isminin Frankenstein ya da Modern Prometheus olması, bir rastlantı değil. Çünkü öncesinde de bahsettiğim gibi, teknik alandaki ilerlememiz ister istemez tüm kültürel yapılarımızı, alt ve üst sistemlerimizi etkiliyor. İnsanın makineleştiği bir dünya kurarsanız ve bunu başarılı bir şekilde anlatırsanız, bir noktada yedek parçalardan bahsetmeye başlayacak ve sonucunda da biyolojik uzuvlarımızın arasındaki ayrımın ne kadar gereksiz olduğunun farkına varacağız. Hâlâ da kopamadığımız uzun bir dönem boyunca cinsiyet tanımımızı, eğitimimizi, ekonomimizi, iş bölümümüzü, statü ve rollerimizi bu biyolojik uzuvlara göre belirledik. O zaman bu sefer biyolojiye dayanmayan yeni statü ve roller belirlemek, yeni iş bölümleri tanımlamak zorundayız.

Devrimler, hoşa gitmeyen yahut artık işlevsiz kalan bir-iki sistemi değiştirmek istemezler. Öyleleri için başka bir kavramımız var, “reform”. Devrimler kökene inerler ve kökende yaptığınız bir değişiklik zaten doğası gereği kendisine bağlı tüm sistemleri etkiler. Evet, cyberpunk’ın yaptığı temelde bu. İnsan dediğimiz şeyi, yapı-sökümüne uğratıyor ve diğer bütün sistemleri de yeniden inşa etmenin yolunu açıyor. Bu başarı, kendi başına düşünüldüğünde deneysel, yenilikçi, gelişmeci ve devsimsel bir şey.

Ancak bu yeni sosyal inşanın cinsiyet rolleri tarafına baktığımızda… Yani, cyborgların dünyasına girdiğimizde, varoluşumuzun kaynağını aktarılabilen hafızalarla bedende değil beyinde aradığımızda, sonsuz bir yaşamda sonsuz biçimsel alternatiflere kavuştuğumuzda, cinsiyetler henüz bilimin yetişmediği kurgu düzeyinde alabildiğinde akışkan olduğunda… O kadar da devrimsel bir şey yapmıyor gibiyiz. Türün öne çıkan örnekleri, bazı stereotipleri yeniden yorumluyor, bu sosyal inşayı da teknolojiye ve tahmin edilen geleceğe uygun şekilde yeniden kuruyorlar. Bu da daha çok reforma benziyor açıkçası.

Burayı baştan alalım. Bilim kurgunun ilk değil ama popüler olmuş ilk örnekleri, Vahşi Batı anlatılarına benziyor. “Uzay Kovboyları” deyişine yabancı değilsinizdir mesela. Kovboylarımız çoğunluktan dışlanmış, sıradan olmayan kanun kaçağı sayılabilecek ve haliyle pek de istenmeyen, sorunlu tiplerdir. Yalnız çalışırlar, kimsenin gitmeye cesaret edemediği yerlere giderler, kimsenin çözemediği sorunları şipşak çözerler. Bir sürü farklı kültürle tanıştıkları hanlarda yer içer, eğlenirler ve kasabanın şerifine yardım ederken en azılı düşmanları teke tek düellolara davet ederler. Az çok Han Solo’dan ve daha yakın zamandan, The Mandalorian’dan bahsediyoruz, değil mi?

Tek türde kısıtlanmış olmayalım, sinemada hem estetik hem tema bakımından maskülenliğin en baskın olduğu, bunun karşısına da elbette femme fatale feminenliğin koyulduğu noir’e gidelim. Cyberpunk’ın popüler olmuş örnekleri de bunlara benziyor. Noir’in yalnız kurt dedektifi, cyberpunk’ta gizem çözerken birkaç gelecek modası eklemesiyle toplumun genelinden dışlanmış, sıradan olmayan bir karaktere dönüşüyor. Yani, içerisinde “punk” geçiyor bir kere, bu dışlanmış bilgileri falan biraz malumun ilamı gibi oldu. Karakterimiz çoğunlukla monologlarıyla karşımıza çıkar, birçok farklı kültürle ve biçimle tanıştığı barlarda yer içer, eğlenir. Kimsenin çözemediği, bu sefer yirmi yüzyıl sonrasına ait sorunları çözerken yine gelecek modasının eklemeleriyle bezenmiş femme fatale dövmeci, insan kaçakçısı, suikastçı yahut mafya ailesine mensup kadınlarla yolu kesişir.

Şimdi daha sağlam bir zeminde söyleyebiliriz sanırım; türün öne çıkanları, bazı stereotipleri yeniden yorumluyor;  alışılageldik sosyal inşayı da teknolojiye ve tahmin edilen geleceğe uygun şekilde yeniden kuruyorlar. Bu da daha çok bir reforma benziyor açıkçası.

Elimizde kadın yazarların bilim kurgu alt türlerinde kurguladıkları eserlerin hard sci-fi yerine soft sci-fi olarak tanımlandığı bir alan var. The Handmaid’s Tale, yine bir alt türde, ataerkinin distopik dünyasına yoğunlaşırken tam da bu sebeple eleştiri oklarını sırtlıyor. O distopyanın karşısına ataerki cevazıyla Westworld’de tam insan-makine ayrımını tartışacakken kendimizi, Dolores’in insani bir bilinç kazandığında, her nasılsa, bir şekilde kostümünden hareketine, makyajından tavrına femme fatale’e dönüşmesini izliyoruz. Uzak coğrafyada birileri, Twitter üzerinden Horizon Zero Dawn’ın başkahramanı Aloy’un neden ve nasıl feminen olmadığından rahatsızlık duyduğunu, mavi far ve pembe allıklı bir fan-art ile belirtmeye gayret ediyor.  

2021 yılında yapımcıları, senaristleri “çeşitlilik” namına her şeyin özünü bozmakla itham edenler varken ve bu tartışmaları her yeni fantastik yahut bilim kurgu uyarlamada yeniden gündeme getirirken, mesela Matrix gibi bir sistemin bozuluşunu anlatmak için kullanılan kelime “penetrate” olmaya devam ediyor. Yakından bir örnekle Raised by Wolves’daki annenin cinsel birleşme içeren anılarını gördüğümüz bir sahnede ekrana doluşan silikonlara değinmememize bile gerek kalmıyor; tohum ve toprak sembolizmi kendisini, bir başka gezegende ve yüzyıllar sonra, yeniden üretiyor. Kurtarıcı, mehdi temaları ve özellikle ödip kompeksine sahip erkek başrolleri yeniden üretmeleri de burada sayılabilir elbette.

“Sony’nin dişi başrolünü sapına kadar erkeksi göstermeye çalıştığını düşünen sadece ben miyim… Ortalama bir kadının aksine… Neredeyse hiç kıvrımı yok veya kaba ve feminen olmayan hatları var. Mesela *öhm, öhm, TLOU’un Ellie’si gibi… Sadece söylüyorum. Oyundaki resim solda, fanların yaptığı sağda. Fanları işe alın hahaha.”

Eninde sonunda elimizde şöyle bir soru kalıyor: Cyberpunk ile tasavvurda vaat edildiği şekilde devam edebilecek bir cinsiyet eşitliği; bir başka yorumla tabii ki bir etnik eşitlik mümkün mü yoksa şimdiye kadar gördüklerimiz, bizim çocukları çağın gereklerine uygun, ideal bir doğrulukla tekrar oyuna kazandırıp mutlu etmekten mi ibaret? Dikkatinizi çekerim, politik doğruluk demedim, ideolojik doğruluk dedim. Zira şimdiye dek bizim çocuklar dışında kazanılan tek zafer, beğenmediğimiz politik doğruculukla elde edilmiş durumda.

Bir de tabii bunları düşünürken şunu da eklemek lazım; doğrudan bizim çocukları mutlu etmek için kasıtlı bir çaba mı mevcut yoksa Ursula Le Guin örneğindeki gibi, düşünce dünyamız henüz bununla sınırlı olduğu için mi olaylar böyle gelişiyor? Eh, yorumlar da sizin alanınız neticede. Ben artık susuyorum, siz konuşun.  

Author

Editör-in-çiif. Hayvan dostu, çokça yalnız; ismiyle müsemma ama çoğunlukla zararsız. İyi tavsiye verir, geç olana dek ciddiye alınmaz. Her geçen gün bitkinliğine şaşırarak ‘takı taluy takı müren‘ arıyor.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.