Zaman anlayışımız, çok değil, şundan birkaç yüz öncesiyle zerre kadar benzerlik göstermiyor. Bin yıllardır olduğu gibi döngüsel olarak algılamamız gereken zamanı, farklı farklı sebeplerle getirdiğimiz düzenlemelerden ötürü, düz bir çizgi gibi düşünüyor; takvim yapraklarından saat dilimlerine, ürettiğimiz hikâyelerden en basit gündelik davranışımıza kadar, düz çizgi üzerinde kesitlere ayırıyoruz. Bu yüzden cyberpunk ya da siberpunk terimini, en bariz şekliyle siber-çılgınlık akımının steampunk‘tan yani, yine bariz şekliyle buhar-çılgınlığından önce bulmuş olmamız, genel zaman tasavvurumuza göre garip bir şey. Düşünsenize, buharlılar çağını yaşayalı birkaç yüzyıl geçmiş fakat ne o zaman ne de bugüne bir yüzyıl kadar yaklaşırken bu çılgınlığa kapılmamışız, onun yerine siber bir çılgınlığa vermişiz kendimizi. Fakat son raddede, siber çağa da “na şu kadarcık” kalmışken, kendimizi steampunk estetiğinde biçimlenmiş filmler, diziler, oyunlar içerisinde buluyoruz.

Biliyorsunuz işte, Guy Ritche’nin Robert Downey’li Sherlock‘undan, Dishonered serisine; Bioshock’tan yepisyeni The Nevers dizisine kadar, az çok ses getiren yapımlarla etrafımız, steampunk ile doldu. Eh, benim de hasbelkader bu ayki dosya konum, punk evrenler oldu. İlk yazımda da bu son on yılda yükselen steampunk aşkımızı bir sorgulamak istedim.

Pek çok medyada yer alan pek çok şeyi içerisine alan steampunk terimi, Viktoryen dönemi hayal etmeye çalışan bir terim olarak 1980’lerde ortaya çıkmış. Steampunk evrenlerinde de nitekim çoğunlukla sarı rengin hâkim olduğu gaz lambalı, dişlili, çivili Londra sokaklarını görüyoruz. Newton fiziğine dayanan bu dünyalarda, buharla çalışan makineler ve robotlar var; semalarda zeplinler dikkat çekiyor. Temelde steampumk, teknoloji bu kadar hızlı ilerlemeseydi ve Sanayi Devrimi’nin buluşlarıyla yolumuza devam etseydik, nasıl bir dünyada yaşayacaktık sorusuna cevap veriyor. Fakat ben bu yazıda, bunları uzun uzun anlatıp, zaten meraklı olan birçoğunuzun okuyabileceği Jules Verne veya H. G Wells eserlerinden bahsetmek istemiyorum. Daha çok, steampunk merakının enteresan bir şekilde cyberpunk merakından çok sonra çıkması ve nasılsa ondan daha çok mekân tutmasını ilgi çekici buluyorum. Ve şöyle de bir savım var; bence bu durumun arkasında, makinelerle olan bağımıza duyduğumuz özlem yatıyor.

Bir saniye. Cyberpunk evrenlerinin içlerinde daha fazla makine barındırdığını, hatta insanı bir makineye dönüştürüp; insan ve makine arasında bir bağ varsa bunu, daha radikal bir şekilde sağlama aldığını gözden kaçırıyor değilim. Fakat steampunk estetiğindeki makine ile cyberpunk estetiğindeki makinenin çok temel bir farkı var: Cyberpunk‘ın önerdiği şey, ruhsuz ve hissiz makineler. Birini bırakıp, diğerini ikame edebileceğimiz uzuvlar, bilgisayarlar, teknolojiler. Bunun da ister istemez kendi tasarımımızı, kendi bilgimizle, kendi ellerimizle, kendimize özgü biçimler katarak hayata geçirdiğimiz makinelerden farkı var. Bu yüzden cyberpunk estetiği yapaylığı anımsatırken steampunk, organik bir şeyleri anımsatıyor gibi. Steampunk‘ın makinesi üzerinde daha fazla anlayışa sahibiz.

Gelişimini organik olarak tamamlayan bir makine somuttur; bir insan tarafından rahatça algılanabilir, görünebilir yahut hata verebilir. Bütün bunlar bizim için aşina, erişilebilir ve kontrol edilebilir olgular. Cyberpunk‘ta ise teknoloji, neredeyse bugün aşılarla ilgili duyduğumuz 5G komplo teorilerine inananların zihninde olup bitenler gibi, tek tek erişilemez bir başka bütünü oluşturuyorlar. Bizler de bu yüzden cyberpunk‘ı keşfettikten yıllar sonra, her zamanki gibi bilmediğimiz yerine bildiğimize dönmek istiyor ve makinenin, algılanabilir, görülebilir, erişilebilir ve hata verebilirliğine inandığımız zamanlara özlem duyuyoruz.

Açıkçası, iş burada da bitmiyor. Steampunk makinesi ile insan arasında, pek çok açıdan benzerlik kuruyoruz. Bir-ikisini tükettiyseniz rahatlıkla hatırlayabileceğiniz gibi, steampunk eserlerde makineler, buzdolabımıza yahut gecenin bir saatinde çıtlayan televizyonumuza benzer şekilde, düzenli olarak ses çıkartıyorlar. Nefes alır gibi bu sesler yahut kalp atışı gibi. Bazen öksürük gibi bazen de tekleme gibi. Geniş perspektiften bakıldığında da böyle zaten, belirli bir hava akımı yaşanıyor. Fakat bu da bize, steampunk cihazlarla insanlık arasında bağlantı kurmak için fazlaca sebep veriyor. Onlar da bizim çevre unsurlarına verdiğimiz gibi tepkiler veriyorlar; sıcakta bunalıyorlar mesela, soğukta yavaşlıyorlar. Ve tıpkı bizim gibi ya da doğanın herhangi bir başka parçası gibi, düzenli bakımla miadları uzasa dahi bir süre sonra, gözle görülebilir bir şekilde paslanıp ölüyorlar.

Steampunk evrenler, insanın, kendisiyle birlikte yaşaması ve ölmesi için yetiştirdiği bir bitki gibi, belki bir evcil hayvanı gibi beliriyor gözümüzün önünde. Fakat teknoloji, çok da gözlerimizin önünde olmayarak ve her seferinde kademeli olarak değil, her seferinde biraz daha hızlanarak ilerlediği için; işimizi kolaylaştırması, bizimle birlikte gelişmesi, bizim gelişimimize olanak vermesi bakımından hayatımıza kabul ettiğimiz makinelerle aramız açılıyor. Onları artık kendimizden ayrı düşünüyoruz ve onlardan korkmaya başlıyoruz. Bu yüzden yüzyıllar sonra, tıpkı kalıcı olan nostalji hissi gibi yahut tıpkı geçmişi romantize etmeye bizi iten düşünsel alışkanlıklarımız gibi; hastalıktan önceki son hâlimize dönmeye çalışıyor ve steampunk estetiğinde kendimizi ifade ediyoruz. Bugün hayatımızın bir parçası hâline getirdiğimiz bilgisayarların da formata ihtiyaç duyduklarında bizden, bir şeyler ters gitmeden önceki son sürüme dönmemizi istemeleri, insan -makine arasındaki olduğuna inanmak istediğimiz organik bağ için, güzel bir nokta bence. Ne dersiniz?

Author

Editör-in-çiif. Hayvan dostu, çokça yalnız; ismiyle müsemma ama çoğunlukla zararsız. İyi tavsiye verir, geç olana dek ciddiye alınmaz. Her geçen gün bitkinliğine şaşırarak ‘takı taluy takı müren‘ arıyor.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.