Bu yazı silsilesi, Balıkesir’deki bir tip mekânda (internet kafeler) oynanmakta olan oyunlara sınırlayıcı düzenlemeler getirilmesi üzerine başladı. Biraz düşündükçe, asıl meselenin oyunlardan çok oyun mekânları olduğuna ikna oldu: iktidarın derdi oyunun kendisi değil, oyun oynamak üzere yan yana gelen gençlerin çoğulluğuydu, bunu ne kadar kesintiye uğratabilse o kadar iyi hissedecekti kendi erki hakkında. Balıkesir’deki bir tip mekân (ve biraz da 19. yüzyıl mekânları) hakkında söz üreten bu yazı silsilesi de, elbette, bir mekânda yazıldı – okuyanların çoğu için ‘dünyanın öbür ucu’ bir şehirde, bir ‘ev’de. Arada ne kadar mesafe olsa da, farklı devletlerin, farklılaşan iktidar pratikleri ve onları kendilerine göre yontmaya çalışan insanlar tarafından şekillendirilseler de, Balıkesir’deki internet kafeler ve Seattle’daki evler, aynı dünyanın mekânları – evet, o kadar açık bir gerçeği ifade ediyorum ki, şaşırıyorsunuz. Bir-iki uçağa binince ve birçok saat yol yapınca birinden diğerine gidilebilen, aynı atmoferin parçası olan mekânlar bunlar, uzaydan bakınca aynı ufak noktayı işgal ediyorlar ne de olsa. Şöyle diyelim, bir dünya devrimi olması için, hem Seattle’daki evin, hem de Balıkesir’deki internet kafenin devrilmesi gerekir.

NASA'nın insansız Mars aracı Curiosity'nin çektiği dünya fotoğrafı. Seattle ve Balıkesir'i seçmek zor.
NASA’nın insansız Mars aracı Curiosity’nin çektiği dünya fotoğrafı. Seattle ve Balıkesir’i seçmek zor.

Balıkesir’deki internet kafeler hakkında Seattle’daki bir evde yazılan bu yazılar, bir üçüncü tip mekânda paylaşıldı: internet. Aslında yazar ve editör arasındaki yazışmaları, fikir paylaşımlarını, kaynak taramalarını da yazı üretiminin hususi parçaları sayarsak (saymalıyız), ‘Yasaklanacak’ yazılarının hem Seattle’daki bir evde, ama hem de Seattle’dan İstanbul’a, Balıkesir’e uzanan internet mekânında üretildiğini söyleyebiliriz. İşte bu mekânın Türkiye Cumhuriyeti sınırlarında kalan kısmı, geçtiğimiz günlerde hükümetin büyük bir saldırısıyla karşı karşıya kaldı, kullanıcıların mekâna erişimi üzerine büyük kısıtlar getirilirken, iktidar aynı mekân üzerindeki denetim kabiliyetini görülmemiş seviyelere çıkarttı. O halde mekânlarımız üzerine konuşmaya devam etmemiz gerekiyor.

İnternet mekânını böyle hayal etmenin bir faydası var mı?
İnternet mekânını böyle hayal etmenin bir faydası var mı?

İnternetin, özellikle de sosyal medyanın hayatı, siyaseti, özellikle de toplumsal hareketleri nasıl etkilediği meselesi, geride bıraktığımız 3-4 senenin önemli konularından biri oldu. Elbette bunun arkasında, Facebook ve özellikle Twitter’ın kullanıcı sayılarını müthiş artırdığı yıllarda, dünya şehirlerinin arka arkaya isyan hareketleriyle sarsılması vardı. Vurucu darbe, 2011’in ilk aylarında başlayıp hızla yayılan Arap Devrimleri’yle geldi. Geleneksel medyaları neredeyse tamamen iktidarlarının sesi haline gelmiş bu ülkelerde sosyal medyanın, aktivistlerin örgütlenmesine yaptığı etki, iki farklı tür söylem üretti.

abdullah-gülBunlardan ilki, isyan hareketlerinin, devrimlerin, neredeyse tamamen sosyal medyanın sonucu olduğunu iddia ediyordu. Teknoloji determinizmiyle, ‘sınıf’, ‘örgütlülük’, ‘mücadele’ gibi kavramlara duyulan alerji birleşince, ortaya bu yersiz yurtsuz, uçan kaçan ‘sosyal medya hareketi’ analizi çıkmıştı. Çok uzağa gitmemize gerek yok, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün haftada birkaç kere retweet’lenen mesajlarında, Ahmet Altan’ın ‘işçi sınıfı tarih oldu sosyal medya devrim yaptı’ anafikirli yazılarında görebiliriz bu analizin izdüşümlerini. Örneğin Altan, alıntılamadan duramadığım 21 Temmuz 2012 tarihli ‘Diktatör’ başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Bir adamın, “bu ülkenin kaderini sadece ben belirleyeceğim, başka hiç kimsenin de söz hakkı olmayacak” demesi, insanları yok farz etmesi bu çağın gerçekleriyle uyuşmuyor. ‘Bilgisayar’, ‘twitter’, ‘facebook’ sözcükleriyle ‘diktatör sözcüğü yan yana durmuyor.” Beşer Essad’ı eleştirirken bu sözleri söyleyen Altan’ın izlediği mantığın aynısını, daha iki gün önce Cengiz Çandar, bu kez
20140206-16024969başka bir ‘diktatör’ü eleştirirken kullandı: “Şu teknolojik çağda, Apple CEO’sunun Çankaya Köşkü’nde Cumhurbaşkanı tarafından kabul edildiği bir dönemde, bir ‘polis rejimi’ nasıl oluşturulabilir? Ve kendisini ‘internet çağı’na nasıl adapte edebilir?” İnternet çağı diye bir şey var, bu çağın kendine ait bir mekânı var, o mekânı Apple CEO’su gibi, ya da sosyal medya aktivistleri gibi insanlar dolduruyor ve bu mekânın kuralları, bizim diğer mekânların kurallarına uymuyor. Altan’ın söyledikleri üzerinden gidersek, ‘bilgisayar’, ‘twitter’, ‘facebook’ sözcükleri ‘diktatör’ sözcüğüyle yan yana gelemiyor, ama ‘ev’, ‘sokak’, ‘meydan’ için hiçbir problem yok, onlar için diktatörle yan yana gelmek normal.

İkinci tür söylem ise, bunun tam tersi istikamette bir dünya öneriyor, ya da öyle yaptığını zannediyor. İtiraf edelim, bu ikinci söylemi benimseyenlerin özellikle siyasi mücadeleler konusunda daha fazla okumuş yazmışlıkları, tecrübeleri var. Üstelik isterlerse alıntılayabilecekleri koca bir sol literatür var. Bir itiraf daha, ben de dahil çoğumuz bu söylemin içine girip çıkıyoruz. Bu söylem, kısaca, hayatın, ve dolayısıyla mücadelenin, isyanın, devrimin sokakta olduğunu söylüyor. İnternetin, sosyal medyanın, iletişim için yeni bir araç olmaktan daha öte pek bir anlamı olmadığını, ne olacaksa ‘ekranın dışında’, ‘gerçek hayatta’ olacağını söyleyenlerin örneği çok, twitter’ı açın (ironik, değil mi?) anında onlarca örneğini göreceksiniz. Benim birkaç önce gördüğüm bir tweet, mesela, internet yasaklarının o kadar da kötü olmayacağını ima ediyordu: “Sen bir kez ‘değiştirmeye’ karar ver hele. Devrimi insanlar yapar, fiberoptik kablolar değil.”

Kısaca, bir yanda son yıllardaki kalkışmaların Facebook’ta, Twitter’da ‘paylaşılarak’ çoğaldığını iddia edenler var, diğer yanda ise gerçeğin ekranın bittiği yerde başladığını tweetleyenler. Bu birbirlerinden çok uzakmış gibi gözüken iki söylemi birleştiren nokta ise, içinde farklı şekillerde varolduğumuz mekânlar arasında kurdukları yapay ayrımlar. ‘Sanal dünya’ ve ‘gerçek dünya’ arasındaki ayrım, biz hangisini daha önemli bulursak bulalım, mücadelenin önüne set çeken, bizi hantallaştıran, sesimizi çatallaştıran, yapay bir ayrım.

Gerçek ve sanal diye iki dünya yok. Tek bir dünya var. Bu dünyanın farklı mekânları var. Nasıl ki ev ve işyeri, okul ve fabrika, park ve orman, aynı olmayan, ama gerek tarihleri, gerek kuralları, organizasyon mantıklarıyla birbirlerini kesen, birbirlerine benzeyen, birbirlerinden ilham alan mekânlar olarak, aynı dünyanın parçalarını oluşturuyorlarsa, internette kurduğumuz mekânlar da, ekran dışında kurduğumuz mekânlarla böyle ilişkileniyor. Evet, evde ve internette farklı şeyler oluyor. Evet, bir haber altına yorum yazmakla meydanda slogan atmak aynı şeyler değil. Ama aynı derecede farklar, ‘gerçek dünya’nın parçaları olarak kabul ettiğimiz mekânlar arasında da var. Üstelik benzerlikleri bulmak, sanıldığından çok daha kolay. Son internet düzenlemesiyle beraber, mahkeme kararı olmadan site kapatma, url silme yetkisi alan Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı, örneğin, hukuksuz gözaltılarıyla, mahkeme kararlarını dinlememesiyle, arkasındaki otoriteye güvenerek müthiş bir keyfiyetle hareket etmesiyle tanıdığımız polis teşkilatının, başka bir mekândaki yansıması değil mi? Bu yeni yetkilerin en fazla, bağımsız haber kaynaklarını, insanların tartışmak ve muhalif fikirler üretmek için kullandıkları platformları kısıtlamak için kullanacaklarını düşünürsek, TOMA’sıyla, gazıyla, plastik mermisiyle insanların toplandıkları, muhalefet yaptıkları meydanları, sokakları dağıtmak üzere görevlendirilmiş polisin, TİB’le ayrı dünyalara ait olduğu iddia edilebilir mi? Buna yazdıkları sözlük entry’si yüzünden haklarında dava açılanları ekleyin…online-activism-640x480

Sadece kontrol edilme mekanizmalarıyla değil, aynı zamanda inşa süreçleriyle de, internet ve ekran dışı mekânları ayrı dünyalar gibi düşünmekten vazgeçmeliyiz. Nasıl ki bir fabrika mimarisi, bir hapishane mimarisiyle aynı şey değilse, ama 19. yüzyılda, benzer ihtiyaçlara cevap vermek üzere, benzer saiklerle geliştilerse, internet mimarisi de, farklı teknik bilgiler, farklı materyallerle, aynı dünyanın benzer ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, aynı dünyanın ideolojileri ve düşünme pratikleriyle gelişiyor. Bir yanda, otoriteden bağımsız, yatay halde örgütlenip, fikirin, emeğin paylaşıldığı açık alanlar kurulurken, bir yanda büyük şirketler o alanlardan kâr etmeye, the-revolution-will-not-be-televiseddevletler gözcülerini yerleştirip kullanıcılar hakkında her türlü bilgiyi toplamaya çalışıyor. Üniversite kantininden forum sayfasına, mekânlarımız, etkileşimlerimizle, mücadelemizle, her gün yeniden kuruluyor ve bozuluyor. Tam da bu etkileşimin gerçekliği yüzünden, ekran içi ve dışı mekânlarımızın gerçek, ayrı dünyalar hikâyesinin ise safsata olduğunu söylemek gerekiyor.

Bir tarafta mücadele için like edip imza vermenin yeterli olduğunu sanan, bir anda Facebook’un mavisi ve Twitter’ın kuşu tarafından özgürleşeceğimizi muştulayanlar, diğer tarafta hayatlarımızın önemli bir kısmını geçirdiğimiz, yan yana geldiğimiz, tartıştığımız, karşı çıktığımız, ürettiğimiz ve tükettiğimiz mekânları, siyaset, gelecek ve özgürlüğümüz için ehemmiyetli bulmayanlar…


BcZoiyxCEAAm4g5“Devrim televizyondan yayınlanmayacak”
lafıyla başlamıştı belki de bu ikilik. Şimdi “Fiber optik kablolarıyla yapılmayacak” diye devam ediyor. Joystickle tutulamayacağını, otobüsle gidilemeyeceğini, kameraya çekilemeyeceğini, cep telefonunda paylaşılamayacağını da buyurabilir. Biz bunları boşverelim. Bize düşen, şu soruların cevabı: İşgal ettiğimiz, kendimize göre şekillendirdiğimiz; bizi şekillendiren, içinde direndiğimiz, mücadele ettiğimiz, tanıştığımız, sevdiğimiz, seviştiğimiz mekânlarımızı korumak için ne yapacağız?

Evde – işyerinde, köyde – şehirde, sokakta – internette, bizim yaptığmız ve bizi yapan tüm mekânlarda, o mekânların dönüşümü hakkında söz sahibi olmak için, mücadelenin sesini yükseltebilecek miyiz? Devletlerin ve şirketlerin pervasız müdahalelerine karşı, kendi müdahalemizi gerçekleştirebilecek miyiz?

Bunların cevabını şu an burada beraber veriyoruz. Bu akşam 7’de de sokakta verilecek.

Ne de olsa hepsi bizim mekânımız, savunmak gerek.

 

sansür

 

 

 

 

 

 

 

Author

Fareler Oyunda yayın yönetmeni, Geekyapar!'da kobi. Level ve Oyungezer'de yazdı, farklı yerlerde okudu, okuyor. Tarihçi olmaya öykündüğünden midir bilinmez, oyunlara hep geç kalıyor.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.