Havalimanları genel olarak tedirgin edici yerlerdir. Zaten muhtemelen gecenin köründe, uykulu uykulu geçip gidersiniz. Bir de içinde kaybolmanız için tasarlanmış yapılardır. Ne girişi ne de çıkışı bulmak ve kendi uçağınıza binmek zaten tesadüf eseri gerçekleşir. Uçmak yeterince endişe verici değilmiş gibi bir de ‘gate’ bulmakla uğraşırsınız.

Peki bunların üstüne bir de uçağınıza yetişmeden önce televizyonda dünyanın farklı yerlerinde insanların yığılıp kaldığı ile ilgili bir haber görseniz ne olur? Mesela arkadaşınız da siz konuşurken ölüverse? Bir de uçağınıza silahla bir adam koştursa ve uçağın ne olursa olsun batıya gitmesi gerektiğini söylese? Gününüz epey kötü geçmiş olurdu sanırım.

Mayısın başında çıkan Netflix’in Belçika yapımı dizisi Into the Night şu an çok popüler. Kimisi öve öve bitiremiyor kimisi ise nefret etti. Eh, diziye gösterdiğimiz ilginin sebebi belli sayılır, ne de olsa başrollerden biri Türk. Mehmet Kurtuluş’un oynadığı Ayaz karakterinden epey konuşacağız ama önce en başa dönelim. Güneşin öldürücü olduğu bir günde, bir uçakla, geceye doğru uçuyoruz anlaşılan.

Hikâyenin nasıl başladığını aşağı yukarı anlattım, yermeye de tam buradan başlayacağım zaten. Biri uçuşunuzu M-16 ile bölünce tepkiniz ne olur? ‘2020 bit artık!’ olur herhalde. Biraz duygu gösterirsiniz belki? Bu sıkıntı, yani tepkisizlik ve ruhsuzluk dizi boyunca devam ediyor, müthiş olaylar yaşamalarına ve korkunç olaylar görüp geçirmelerine rağmen çok sakin davranıyorlar. Ne yazık ki hiçbir şeyi hazmetmelerine olanak tanınmıyor. Ancak aynı zamanda herkes aşırı gergin.

Aynı anda nasıl hem tepkisiz hem de sinir bozucu davranıyorlar diye sorabilirsiniz. Yapıyorlar işte. Asıl sorunlarla ilgilenmeden önce her şeyi kişiselleştiriyorlar ve gereksiz tartışmalara giriyorlar. Sempati duyulacak pek karakter yok, sonuçta gerçekleşen her şey birbirlerinin şahsına saldırı olarak algılanılıyor. Her an herkes birbirinin boğazına sarılabilir gibi durumda, nitekim öyle de yapıyorlar. Kavga ediyor, küfürleşiyorlar. Düzgün bir karar mekanizması oluşturamıyorlar. Dürüst davranmıyorlar ve çoğu şeyi kutuplaşmış gruplar olarak halletmeye çalışıyorlar. Bunların da çok ciddi sonuçları oluyor. Aslında bunlar doğal davranışlar. Ama her bölümün sonunda bu kadar işlevsiz bir grup insanın hayatta kalması mantıksız gelebiliyor. Hatalarına rağmen engellerden çok kolay kurtuluyorlarmış gibi görünüyor.

Bu aslında seyir keyfini eksiltmiyor diyebiliriz, nasıl olsa kısa bir Netflix dizisi izliyorsunuz ve Christopher Nolan senaryosu beklemiyorsunuz ki. Zaten karakterler sürekli bir uğraş ve aksiyon halindeler. Ancak can sıkıcı nokta bölüm isimlerinin bile karakter isimleri olması, her bölümün başında bir karakter için flashback yapılması. ‘Karakterlerini derinleştirmek istiyor bu dizi galiba,’ diye düşünüyorsunuz ama böyle bir şey yapamıyor dizi, fırsatı da yok.

Bütün bunlar acayip bir potansiyel israfı aslında. Senaryo şu anda bitmemiş gibi duruyor çünkü karakterleri derinleştirebilir, işin bilim-kurgu boyutuna el atabilirlermiş. Fikir güzel, her gün en çok maruz kaldığımız şey bize düşman olsa ne olur diye sormak çok eğlenceli. Phineas and Ferb’ü izlediyseniz orada nasıl güneşi bir araçla takip ederek yazın son gününü uzattıklarını hatırlıyorsunuzdur. Şimdi aksine güneşten uçakla kaçmak gerekiyor, çok güzel. Ama neden?

Dizi radyasyon filan diye bir şeyler geveliyor. Sonra gereksiz yere organik gıdaların besin değerini yitirdiğini söylüyor. Bunların altından kalkamıyor çünkü bunu anlatan karakter bile ‘Eee, şey, emin değilim ama…’ diye başlıyor. Telsizlerine takılan çağrılar ve sığınaklar meselesi de çok daha iyi yazılabilirmiş. Üzerine daha çok düşünselermiş neler neler yaparlarmış diye düşünmeden edemiyorsunuz. Bir kere güneşten kaçmakta bile bir şiirsellik var, tabii dizi böyle bir şeyler eklemiyor. Tekrar etme ihtiyacı duyuyorum, tam bir potansiyel israfı cidden. Oturup biraz daha beyin fırtınası yapılsa güneşin neden tehlikeli olduğuna da bir çözüm getirilir, Dünya’nın çevresinde tur atan karakterlere -ne bileyim- en azından bir jetlag sahnesi yazılırmış. Çok da havalı bir dizi olabilirmiş yani. Biraz daha uğraşılsaymış keşke. Phineas and Ferb uçakla dünyanın çevresini gezdiğinde daha mantıklı geliyor şu an çünkü.

Şimdi gelelim bizim neden bu kadar ilgilendiğimize. Ayaz diye bir karakter var, adam Türk. Bir bölümde Türkçe konuştuğu bile oluyor. Böylece elbette ki dizi Netflix Türkiye trendlerine giriyor. Yine böylece kimileri diziye aşık oluyor, kimileri de sövüyor.

Biz elbette ki herhangi bir ulusa mensup bir karakterin o ulusun mutlak temsili olmadığını biliyoruz değil mi? Eminim biliyoruzdur. Tek bir karakter milyonların karakteristik özelliklerinin ve kültürünün temsali olamaz, öyle bir görevi de yok zaten, biz bunu biliyoruzdur zaten. Bu kısmının altını çiziyorum ve keskin bir ‘ama’ ile diğer cümleye geçiyorum. Ama Ayaz’ın karakteri ulusu konusunda diğer karakterlerden öne çıkıyor. Dizi zaten bir Birleşmiş Milletler töreni, herkes Dünya’nın başka yerinden ve başka bir dinden. Bir de hepsinin hikâyeye ne hikmetse aşırı yararlı bir mesleği var ve hepsi bu mesleklerde aşırı başarılı, neyse.

Ama kimse Sultan Vahdettin’den bahsetmiyor. Ülkesinin ismini en çok ağzına alan karakter yine Ayaz. Bu kısım biraz kafa karıştırıyor çünkü bana sorarsanız hikâyeye bir katkısı yok bunların. Öte yandan çoğu kişi Ayaz’ın –biricik Türk’ün– seks ticareti yapmasından ve illegal ayakları olmasından rahatsız oldu. Baştan söyleyeyim, karakterlerin hepsi birbirinden beter zaten, önceki paragraflarda karakterlerin yetersizliğinden bahsettim. Ama aksine, eğer sempati ve empati duyabileceğimiz bir protagonist varsa şayet, dizideki adaylar belli: Sylvie ve Ayaz, bu konuda yarışıyorlar.

Sylvie zaten en aklı başında karakterlerden, sakin davranıyor ve sıkıntı çıktığında sorumluluk üstleniyor. Zaten psikolojik olarak iyi durumda değil ama bu vazgeçmişliği onu bu kaos anı için mükemmel kılıyor, sadece sonlara doğru spoiler olacak sert kararlar alıyor. Ayaz ise illegal işlerine rağmen sezonun sonunda aklanıyor. Dominik ile ilişkisi olsun, başına gelenler olsun, son andaki affediciliği ve mağdurluğu olsun en sempatik karakterlerden biri oluyor. Zaten kriz anlarında tam bir iş bitirici.

Böylece zar zor sezon finaline ulaşıyoruz, dizi ikinci sezon çekilmesi için yalvarır bir biçimde bitiyor. Karakterlerimizin şimdi ne yapacağı meçhul.

Garip karakterleri ve harcanmış fikirleriyle Into the Nights’ı izlediniz mi? Fikirlerinizi bekliyor ve tüm dizi boyunca aklımda olan dizeleri aşağıya bırakıyorum:

Wild men who caught and sang the sun in flight,
And learn, too late, they grieved it on its way,
Do not go gentle into that good night.

-Dylan Thomas
Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

1 Comment

  1. Öncelikle fon müziğini çok beğendim. Dizide tam aktarılamayan gizem duygusunu tamamlıyor gibi. Çerez gibi bir dizi yapmak istemişler galiba amaçlarına ulaşmışlar. Yazıda belirttiğiniz gibi konunun potansiyelini yansıtamamaları üzücü. 2. sezonu da izlemek istiyorum. Umarım işin bilim kurgu tarafına daha çok eğilirler.

Ceyhun Orhon için bir cevap yazın Cevabı iptal et

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.