Çok kıyamet dizisi görmüşüzdür herhalde. Kıyamet filmi, oyunu, kitabı… Geek dünyasında özel, önemli bir yeri vardır kıyamet ve kıyamet sonrası hikayelerinin. The Walking Dead, Fallout, Mad Max, World War Z, Metro 2033… Her biri kitapları, çizgi romanları, oyunları ve filmleriyle efsaneleşmiştir. Dedim ya, çok gördük bu tür kıyamet ve kıyamet sonrası eserlerini. Ama inanın, The Leftovers bunların hepsinden farklı. Çok yumuşak, hafif bir kıyamet var çünkü burada. Sımsıkı, koskocaman bir yumruktansa, ufacık bir fiske gibi. Ama işte dizinin tespiti, bazen ufacık bir fiskenin, domino taşı etkisiyle en baba yumruktan daha ağır bir etki yaratabileceği yönünde.

The Leftovers S01E01 GR

Önce diziyi açıklayalım. Tom Perrotta’nın aynı adlı 2011 romanından uyarlanan bir dizi The Leftovers. HBO’da geçtiğimiz günlerde galasını yaptı ve yayınlanmaya başladı. Diziyi kara ekrana taşıyanlar, hem kitabın yazarı Perrotta’nın kendisi, hem de Lost ve Fringe’den tanıdığımız Damon Lindelof. Dizi tarz olarak çok acayip bir şekilde bu ikilinin üslubunu birleştirmeyi başarmış. Perrotta’nın The Leftovers’dan önceki en ünlü işlerinden biri senaryosuyla Oscar’a aday olduğu Children of Men’in de, Lindelof’un meşhur gizemli anlatımının da tadı bulunabiliyor The Leftovers’ın ilk bölümünde.

Children of Men dokusu, dizinin sahip olduğu o “soft apocalypse” havasında gösteriyor kendisini. Children of Men’de de meteor düşmemiş, insanlar et yiyen ve yürüyen ölülere dönüşmemiş, nükleer savaş çıkmamıştı. Yaşanan şey, sadece küresel bir kısırlıktı. The Leftovers’da yaşanan kıyamet ise, dünya nüfusunun %2’sinin bir anda kaybolmuş olması. Bir anda, hiçbir mantıklı açıklaması olmadan, aniden kaybolan insanlar. Anneler, kızlar, babalar, oğullar, kardeşler ve dostlar. Düşünsenize, arabanızdasınız, bebeğiniz arkada bebek koltuğunda. Kafanızı bir çeviriyorsunuz, yok. Büyük bir patlama değil, hızlı yayılan bir hastalık değil. Sessiz, sakin, aniden gerçekleşen bir kayboluş.

The Leftovers S01E01 Wayne

İşte Damon Lindelof’un alametifarikası gizemli anlar da burada devreye giriyor. Nereye gittiler? Ne oldu? Nasıl kayboldular, geri gelecekler mi? Dizi sadece bu sorularla dahi bir süre kendini idare edebilecek bir konumdayken; bir de üzerine bu kıyamet etrafında şekillenmiş garip olayları ekliyor. Köpekler çılgın davranıyorlar mesela, onun olayı ne? Bir adam var, insanların “yüklerini” üzerinden alıyor, o kim? İşte Lindelof’un Lost ve Fringe’den aldığı tecrübelerin ustalık dönemleri hep bunlar. Adam tohumu koyup, bizim kafamızı sezonlarca meşgul etmesini biliyor; The Leftovers’da da bunu başaracağını gösteriyor ilk bölümden.

Yalnız beni en etkileyen şey, ne bu kıyametin yumuşaklığı, ne de Lindelof’un meşhur “noleyo?” sorusunu sordurtuşuydu. Dizinin 70 dakikalık ilk bölümü boyunca iki şeyden etkilendim başlıca. Birincisi, oyuncu seçimi. Uzun zamandır şöyle profili yüksek bir işte göremediğimiz Justin Theroux, rolüne çok yakışmış. Mert sabah Constantine – Matt Ryan için “kesimi büyük gelmiş bir ceket gibi” demişti, eğer bu analojiden devam edeceksek Theroux – Garvey eşleşmesinin dikişi özenle yapılmış bir takım olduğunu söyleyebiliriz. Aynısı dizinin diğer oyuncuları için de geçerli. Henüz Liv Tyler ve Christopher Eccleston gibi iki büyük ismi geniş çaplı göremedik, ama Amy Brenneman, Margaret Qualley ve Chris Zylka karakterlerini kusursuz bir ikna kabiliyetiyle ekrana taşıyabildiler.

The Leftovers S01E01 Chief Garvey

İkinci etkilendiğim şey ise, belki de yapması en zor şeydi: Hız. Bu tip kıyamet / kıyamet sonrası eserlerinde, ya kıyamete fazla zaman harcanır, ya da hiçbir şekilde yeteri kadar üzerinde durulmaz. Genelde düşülen en büyük hatadır bu. Bazen kıyametin detaylarını arkada konuşan bir televizyon spikeriyle verirsiniz ve izleyicinin etkisini tam manasıyla anlaması zorlaşır. Bazen de uzun uzun zorluklardan bahsedersiniz ki o zaman da film ağırlaşır, şişer.

 

The Leftovers, temel taşlarını ufak ufak, sabırlı bir şekilde yerleştiriyor son saniyeye kadar. Kıyameti yeterince iyi verip, sizi meraka sevk ettikten sonra, hemen gazınızı alıyor. Daha ikinci sahnede “yani sadece %2 gitti, o kadar da büyük bir şey değil” diyen bir radyo yorumcusu duyuyorsunuz. Gerçekten de, sadece %2 kaybolmuş, bunun neresi kıyamet?

The Leftovers S01E01 Jil and Aimee

İşte dizi, bundan sonraki 70 dakikasını size bunun neresinin kıyamet olduğunu göstermeye harcıyor. Evet, ortada kaybolan yorgan döşek 140 milyon kişi var, ama bunun arkasında bir anlam yok. Bu savaş değil ki kimin öldürdüğünü saptayıp, ondan nefret edesin? Zombi salgını değil ki kimden korkacağını bilesin? Ortada bir kaynak tükenmesi falan dahi yok. Sadece birden kaybolan insanlar var.

 

İşte The Leftovers S01E01, dizinin geri kalanı boyunca bu mantıksızlığa bir kulp takmaya çalışan, hayatlarını bu rastgeleliğin karşısında dahi bir çizgide yaşamaya çalışan insanlığı anlatacağının ilk izlenimlerini veriyor. Eğer sizin için fazla varoluşçu bir konuysa meraklanmayın, aynı zamanda The 4400 vari bir “kaybolanlar nereye gitti?” konusu da ilerliyor. Ama o tek başına diziyi ancak “hmm iyiymiş” yapabilecek bir ögeyken, The Leftovers’ın deştikleri ve deşecek gibi gözüktükleri, onu “özel” yapıyor.

The Leftovers S01E01 Matt

Yani anlayacağınız, HBO yine yaptı yapacağını. Karşımıza bambaşka bir diziyle çıkıp geldiler. Geçen haftalarda final yaptıkları Game of Thrones’un ardından Pazartesi’lerinizi dolduracak bir dizi arıyorsanız, bence çok öteye bakmayın. HBO’nun açtığı boşluğu, yine HBO doldurmuş gibi gözüküyor.

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.