Dizi sektörü, özgürlüğünü internette aramaya devam ediyor. İnternet diziciliğinde; yurt dışı kanadından Netflix, Türkiye’de kanıksanmak için ciddi efor sarf ediyor ve ülkemizdeki ilk orijinal dizisini yayınlamaya hazırlanıyor. Netflix’in rakiplerinden Amazon Prime da benzer bir eforu sarf etmek üzere uygun zamanı bekliyor. Yerli kanatta; BluTV, Masum ile gönlümüzü çaldıktan sonra 7 Yüz, Sıfır Bir, Sahipli gibi internet dizilerine imza atmayı sürdürürken PuhuTV, ücretsiz bir platform olmasının da desteğiyle ilk orijinal yapımı Fi sayesinde Türkiye’ye yerli internet dizilerine alışmanın en büyük basamağını atlattırdı. Bizse başından beri; bu yerli internet dizisi hareketini heyecan ve umutla takip ediyor, sesimizin ulaştığı yerlere bu diziler hakkında ne düşündüğümüzü duyuruyoruz.
Bugün mercek altına alacağımız yerli internet dizisi PuhuTV’nin ikinci özel yapımı olan Şahsiyet. Açıkcası -her bir yerli internet dizisine özenle yaklaşsam da- Şahsiyet, üstümü başımı düzeltip parmaklarımı çıtlatıp boğazımı temizleyip başına oturduğum bir dizi oldu. Bunun birden fazla nedeni var:
Öncelikle dizinin Hakan Günday‘ın kaleme aldığı senaryosu, sınırları içerisinde yaşadığımız ülke için oldukça farklı ve ilgi çekici. Alzheimer hastası olduğunu öğrenen 65 yaşındaki emekli adli kâtip Agâh Bey; artık vicdanını sızlatan detayları hatırlamayacağını fark ettiğinde, yıllardır vicdanı yüzünden içinde tuttuğu infaz etme tutkusunu dışa vurmaya karar veriyor ve daha önce dosyaları elinden geçen suçluları bir bir öldürmeye başlıyor. Dizinin şimdilik aydınlık görünen tarafında ise cinayet bürodaki tek kadın olmanın zorluklarıyla yüzleşen polis memuru Nevra Elmas, birden bire ortaya çıkan bu seri cinayetlerin arkasındaki katili arıyor. İdealist bir polis gibi görünen Nevra’nın zaman zaman sosyopat eğilimler göstermesi senaryoyu daha da ilginç kılıyor. Görüyorsunuz, anlatmaya gerek yok, görüyorsunuz!
Kaybedeceği hiçbir şeyi kalmadığını fark eden yaşlı adamın kendi bildiğini okumaya başlaması dünya için süper orijinal bir fikir değil. Hatta dikkat ederseniz Şahsiyet’in konusunun -suçluları öldüren adli tıpçı bir seri katili konu alan- Dexter ile -kanser olduğunu öğrendikten sonra suç dünyasına karışan yaşlı bir adamı konu alan- Breaking Bad’in hibriti olduğunu fark edeceksiniz. Fakat Türk televizyonlarında ne mafyatik erkekler dışında suçlu görmeye, ne kavraması zeka isteyen motivasyonlar işlenmesine, ne de derinlikli karakter ve olaylar izlemeye alışığız.
Şahsiyet masaya yatırıldığındaysa ekran süresi saniyeleri geçen her karakterin, ana konunun, bu konuya yön verecek diğer tüm olayların incelikle düşünülüp yazıldığını görüyoruz. Dizi bu inceliğiyle, öykündüğü işlerin kalitesinin çok yakınında bir kalitede seyrediyor. Dahası; dizinin bulunduğu mekan, zaman, mekan ve zamandan gelen gündem ve problemler senaryoya öylesine rahatlıkla ve başarıyla işleniyor ki Şahsiyet, bir benzer olmanın, uyarlama olmanın ötesine geçebiliyor ve orijinal bir iş olarak adını Türkiye listesinin üst sıralarına yazdırıp dünya listesinde kendine yer açmayı başarıyor. Senaryodaki bu başarının sırrınıysa, hiç şüphesiz, Hakan Günday’ın yukarıda övdüğümüz her şeyi yıllardır roman kulvarında gerçekleştiriyor olmasında görüyorum.
Elbette senaryonun iğne batırılacak yanları yok değil. Günday’ın ana vatanının roman olması avantajlarının yanında dezavantajlar da yaratmış. Replik okuma şansı elde eden her karakterin edebiyat kırmaya çalışması, belki bir romanda o kadar da can sıkmazken, inandırıcı olmaya çalışan bir dizi senaryosu içinde çok abartılı durabiliyor. Senaristin edebiyat kırdırmaya layık görmediği karakterler ise ne zaman konuşsa ağızlarından çok çiğ, kağıt üstünde kalmış replikler çıkıveriyor.
Şahsiyet’in senaryo kaynaklı bir başka problemi de zaman zaman demode olabilmesi. Bu hataya genellikle Nevra’ya odaklandığında düşüyor. Dizinin, sonra taraf değiştireceğine ihtimal verdiğim, kanundan yana karakteri Nevra üzerinden, erkek egemen ortamda kadın olmak ve bir kadın olarak kendini kanıtlamak teması işleniyor. Bu tema çalışıyor da. Fakat çalışmayı bırakmadı diye yıllardır değiştirmediğiniz tüplü televizyonunuz gibi çalışıyor. Bahsettiğimiz tema için yazılan karakterlerin, diyalogların, mimiklerin bu versiyonunu daha önce onlarca hatta yüzlerce kez izledik. İzledik ve tükettik. Artık bu işleyiş klişe olmak üzere kenara bırakıldı. Halbuki başka başka şekillerde de aynı dert aynı etkiyi vererek anlatılabilirdi Şahsiyet’te.
Neyse ki bu demodeliği sineye çekmemiz için iki anlaşılır nedenimiz var: Evet, biz bunu çok izledik ama hiç Türkçe yazılıp Türkçe çekilen bir dizide izlemedik. Türk televizyonunda kimse bu derdi bu kadar net anlatmaya çalışmamıştı. İkinci neden ise, Nevra’nın hiç de demode olmayacak bir yarını olması potansiyeli. Kurduğu düşler, gördüğü hayaller ve gizemli geçmişi Nevra’yı bambaşka yerlere sürükleyecek gibi.
Bir diziyi ya da filmi iyi yapmak için senaryo asla tek başına yeterli olmaz. Yaşanan olaylar, sarf edilen sözler kadar; duyulan sesler, gözümüze nüfus eden ışıklar, kendimizi kaptırdığımız senaryoya zemin olan dekor ve en önemlisi bunların ekrana ne zaman hangi şekilde yansıdığı da kendi hikayelerini anlatır. Şahsiyet’te, bahsini geçirdiğim ve geçirmediğim tüm bu parçalar için özel bir emek verildiği açık. Her şeyin mükemmel olduğunu iddia etmek çok ütopik olacaksa da herkesin öyle olsun diye elinden geleni yaptığını söylemek bir o kadar realist olur.
Setteki herkesi bu cesur işin parçası oldukları için tebrik etmek şart fakat hepsine açık mektup yazacak olursak işimiz çok uzar. Bu yüzden yorum yapmak istediğimiz tüm detayların genel sorumlusuna, yönetmene odaklanalım. Dizinin yönetmenlik koltuğunda oturan Onur Saylak ilginç bir isim. Daha önce oyunculuk yaparak ismini duyuran Saylak, geçtiğimiz yıl ilk yönetmenlik deneyimini Daha ile yaşamış, gerek seyircilerden gerek festivallerden yüksek beğeni toplamıştı. Mülteci kaçakçısı bir baba ve onun batağından kurtulmak isteyen oğlun çatışmasını konu alan Daha filmi, konusunu yine Hakan Günday’ın aynı adlı kitabından almıştı. Böylesi bir konuyu beyaz perdeye aktarmak, ülkemizde tepki çekmeye çok müsait olduğundan cesaret isteyen bir işti fakat Onur Saylak tereddüt etmedi. Şimdiyse yine cesaret gerektiren bir senaryoya, cesaret gerektiren bir platformda, cesaret gerektiren bir zamanda yönetmenlik yapıyor
Dizinin senaryosunun Dexter ve Breaking Bad’le ilişkisinden bahsetmiştik, seyir deneyiminin ise Legion ve Mr. Robot ile benzer bir ilişkisi olduğunu iddia edebiliriz. Böyle söylendiğinde uçuk geldiyse biraz açalım: Legion, her bölümünün her sahnesi özenle dizayn edilen bir diziydi. Kadraja giren hemen her bir dekor, kostüm, ışık ya bir şeyler ifade etmek ya da bir şey ifade edenlerle kusursuz bir ahenk oluşturmak için oradaydı. Şahsiyet’te de benzer bir obsesivite mevcut. Onur Saylak’ın talimatı ve snat yönetmeni Dilek Ayaztuna‘nın liderliğiyle her bir kare; bazen renkli çoraplarla, bazen Agah Bey’in suratını kesen kırmızı ışıkla, bazen kasıtlı simetri ve asimetrilerle, bazen retro bir atmosfer oluşturan objelerle şık dursun, ikon olsun diye tasarlanmış.
Onur Saylak kurduğu set kadar bu seti gösterme şeklinde de alışılmışın dışında bir tarz benimsemiş. Görüntü yönetmeni Feza Çaldıran ve Saylak kafa kafaya vererek, en yakın örneklerine Mr. Robot’ta rastlamış olabileceğiniz, Türkçe en basit “sıra dışı çerçeveleme” diye ifade edebileceğimiz kompozisyonlara imza atmışlar. Karakterin duygu hallerini yansıtmak için, bazı olayları farklı bir yere koymak için, Agah’ın alzheimer hastalığını veya Nevra’nın dengesiz psikolojisini görselleştirmek için kadrajı, sinema okullarında, asla yapılmamalı diye anlatılan şekillerde kurmuşlar. Ekranın yarısını kaplayan kafa boşlukları bırakılmış, objeleri kural dışı biçimde kesilmiş, yön devamlılığı hiçe sayılmış. Kameranın da aktif ve epik kullanılmasına dikkat edilmiş. Çok riskli olan bu kararlar çoğu zaman muhteşem ve sıra dışı bir seyir deneyimine neden olmuş.
Kenara ayırdığımız iğnelerden birini de Onur Saylak’a batırırmak üzere, bahsettiğimiz riskli tarzın eşikten geçemediği anlar olduğunu itiraf ediyoruz. İçten yapıldığı vakit ve/veya hikayeye zarar vermediğinde obsesif dizaynlar ve sıra dışı çerçevelemeler hayranlık uyandırsa da bu koşullar sağlanmadığında devasa bir kusura dönüşüyorlar. Ne yazık ki Saylak’ın bu koşulları sağlayamadığı zamanlar oluyor. Görüntü bozulmasın diye öyküsel detaylar görmezden gelinip hikayeyle tezat oluşturabiliyor veya sıra dışı olması istenen kompozisyonlar akıl dışı sıklıkta kullanılınca sabır taşını çatlatıp sürükleyiciliğe zarar verebiliyor. Onur Saylak ilerleyen zamanlarda riskleri daha sakin alırsa, hakkında tek bir iğne deliği bulunmayan uzun yorumlar yapacakmışız gibi hissediyorum.
Şahsiyet’i büyük bir ciddiyetle izleme nedenlerimden bir diğeri ve bu yazıda bahsedeceğimiz sonuncusu da, hiç şaşırmayacağınız gibi, oyuncu kadrosu. Dizilerimizde ana karakterler dışındaki oyuncu seçimlerinin olabildiğince ekonomik yapıldığı ve bu yüzden rol küçüldükçe oyunculuğun da kötüleştiği alçıdan yapılan Nasreddin Hoca heykeli kadar çirkin bir gerçek. Şahsiyet’te bu yapılmamış, oyuncu seçimlerine de diğer her şeye özenildiği gibi özenilmiş.
Bu yazının yazıldığı tarihte dizinin sadece üç bölümü yayınlanmış olduğundan, sadece ilk üç bölüm içinde dizide önemli yer edinen oyunculardan bahsedeceğimin altını çizip devam ediyorum: Daha ilk bölümden dizinin en unutulmaz karakterlerinden olmuş hakimin karısı rolündeki Hümeyra, dizinin açılış sekansından hemen sonraki dans performansıyla rolüne ve hatta oyunculuk mesleğine ne kadar yakıştığını herkese tekrar kanıtladı. Karakterinin sahne önüne alınmasını umuyorum ve üçüncü bölüm sayesinde umudumun gerçekleşeceğine inanıyorum.
Şebnem Bozoklu‘yu Agah’ın kızı Zuhal rolünde görüyoruz. Zuhal alkolik, agresif ve panik bir kadın. Bozoklu dinamikleri böylesine yüksek bir karakteri Haluk Bilginer eşikli bir dizide bile çiçek gibi canlandırıyor. Seyirci olarak zaman zaman Zuhal’le empati kurmakta zorlansak da bunun sorumlusu kesinlikle Bozoklu değil. Karakteri olayların merkezine çekilmeye başladığında Bozoklu’yu izlemek daha da keyifli olacak. Zuhal’in oğlu yani Agah’ın torunu Deva rolündeyse Recep Usta‘yı görüyoruz. Şahsiyet, Recep Usta’nın ilk profesyonel deneyimi, doğrusu bu her halinden de belli. Yine de karakterine hiçbir zararı olmadan dev isimler karşısında karakterine hayat vermeye devam ediyor. Tek endişem, karakterinin kilit bir noktaya çekilecek gibi durması. Bu durumda deneyimsizlik daha gözle görülür olabilir.
Nevra’nın görev aldığı cinayet büroya baktığımızdaysa üç kayda değer karakter, üç değerli aktör görüyoruz. Nevra’yla beraber çalışmak zorunda kalan ama onu kadın olduğu için büroda istemeyen Firuz’a, Diriliş Ertuğrul ile adını duyurmuş Fırat Topkurur hayat veriyor. Topkurur şimdilik basit aksiyonlarda bulunan basit bir karakteri canlandırdığından cevherini gösterme fırsatı bulamıyor. Eğer karakteri için sıkıcı bir aşk öyküsü yazılmamışsa -ki ihtimal veriyorum- dizinin ilerleyen bölümlerinde kendini gösterecektir. Stolk’un eski sunucusu ve oyuncu İbrahim Selim ise Firuz’un kankası Sefa rolünde. Sefa karakter olarak en az Firuz kadar göt bir adam. Seksist, uyuz, itici bir polis memuru. Tatlı rollerde görmeye alışık olduğum İbrahim Selim’i böyle bir rolün altından kalkarken görmek oldukça eğlenceli. Fakat karakteri çok yüzeysel yazılmış. Umalım, bu değişsin. Bir de amirimiz Tolga var ki ona Necip Memili hayat veriyor. Deneyimli aktör dirsek çürütmüş, yarı-babacan rolüne cuk oturmuşken başka söze ne hacet.
Cansu Dere, Şahsiyet’i izleyenler arasında tartışma yaratan noktalardan biri. Kimi oyuncuyu yeterince özenmemekle suçlarken kimi bu duruşun rol gereği olduğunu savunuyor. Açıkçası ben de Dere’yi çok daha üstün performanslar gösterdiği yapımlarda hatırlıyorum. Ama şimdilik ben de sabırlı ve iyimser davranıp Nevra’nın yaşayacağı dönüm noktasını bekleyeceğim. Cansu Dere asıl sınavını o noktada verecek.
Ağır topa geldiğimizde benim yüreğim biraz sıkışıyor. Haluk Bilginer kendinden beklendiği üzere padişah fermanı gibi, bektaşi deyişi gibi bir performans sergilemiş. Her repliğini seyircisine aktarıp sonraki bölümlerde sürecek bir fethin kuşatmasını başlatmış. Tek sette, tek vücutla hem memur emeklisi bir amcayı hem kararlı bir katili hem de hastalığı yüzünden bu iki persona arasında yaşadığı git gellerle oluşan araftaki Agah’ı bir bir harika oynamış. İnsan diziyi izlerken Beatles’ı kaçırdığına, yıldızlararası kolonilere yetişemeyeceğine üzülmüyor, Haluk Bilginer’i zamanında izleyebildiği için ne kadar şanslı olduğunu düşünüyor.
İyi insan kavramını birden fazla koldan sorgulatacak Şahsiyet dizisi cesaretiyle, şıklığıyla, inceliğiyle yerli dizi tarihimize şimdiden adını yazdırmış gibi duruyor. Dizi, PuhuTV’de yayınlanmaya devam edecek ve biz sinsi gibi, stalker gibi ensesinde olmaya devam edeceğiz. Yorumlarınızı diziyi beklediğimiz heyecanla bekliyoruz.