Caleb Carr’ın Kreizler serisi ismiyle de bilinen romanlarından uyarlanan ve ilk sezonuyla 2018’de görücüye çıkarak, hem izleyicilerden hem de eleştirmenlerden geçer not alan The Alienist’in ikinci sezonu, Angel of Darkness ek başlığıyla geçtiğimiz hafta tamamlandı. Özgün roman serisini okumamış olmakla birlikte, dizinin ilk sezonunu oldukça beğenerek izlediğim için, ikinci sezonu merakla bekliyordum. Son bölümü de nihayetinde izledikten sonra, hem diziyi merak edenler için hem de izlemiş olanlar için klavyenin başına geçtim.

Yazıya girişmeden önce genel bir değerlendirme yapmak gerekirse The Alienist’in ikinci sezonu, ilk sezonu kadar olmasa da tatmin ediciydi. İlk sezonda beğenilecek ve diziyi tavsiye etmeye itecek olan şeyleri, şurada biraz daha geniş olarak anlatmıştım, dileyen varsa bakabilir. Temel noktası ise şuydu, polisiye, dedektiflik yahut “zeki ama yalnız kişi, suçların aydınlatılmasına yardımcı oluyor” içerikli üretimler söz konusu olduğunda, özellikle de türü seviyor ve bolca tüketiyorsanız, bir noktada ekranda gördüğünüz karakterler ile bunların içerisine girdiği olaylar silsilesi oldukça kısıtlılaşıyor. O noktaya ulaştığınız andan itibaren karakterler size tipler, olaylar ise belirli kategoriler gibi geliyor. Misal, başroller ya ‘karanlık bir geçmişi olan gizemli, yalnız dedektif’ olarak sunuluyor önünüze ya da ‘aşırı zekâdan musdarip, kimseyle anlaşamayan ama tanısanız da çok iyi insan olan ukala birey’ olarak.

The Alienist’in başkarakteri de ilk sezonun ilk bölümünde böyle gibiydi açıkçası; yalnızdı, sosyal açıdan pek kabiliyetli değildi, yer yer kabalaşıyordu ama çok zekiydi, çok başarılıydı. Fakat ikinci bölüme geçmemizden itibaren bu tip yerini, daha gerçek bir insana bıraktı. Çevresindeki diğer insanlar alttan almadılar onu, kendi sorunlarıyla yüzleşmesi mükemmel aydınlanma ve zeka parıltıları saçan anlarında olmadı. Bir ütopik ‘anlaşılamadığı için gizemli ve yalnız’ kahraman yerine ‘senin benim gibi ama uzmanlık alanı suçlu psikolojisi olan bir insan’a döndük kısaca. Bunların yanında dizinin çekimleri, oyunculukları, olay örgüsü, karakter gelişimleri ortalamanın üzerinde olunca, bir de dönem dizisi olmanın getirdiği payla eşitlik, adalet, ırkçılık gibi mevzulara temas edince tadından yenmedi diyebilirim. Mutlaka ki bunların hepsinde az ya da çok, roman serisinin payı vardır.

Angel of Darkness ismiyle gelen ilk tanıtım filminin ardından, bu sefer izleyeceğimiz bölümlerde başrolün, Daniel Brühl’ün canlandırdığı psikolog Dr. Kreizler yerine, ilk sezonda yan karakter olarak gördüğümüz Dokota Fanning’in karakteri Sara Howard’a odaklanacağını anlamıştık. Nitekim ilk sezonda bir dedektif olmak amacıyla polis teşkilatına giren ancak kadın olması sebebiyle dizideki diğer başkarakterlerimiz de dâhil olmak üzere bu iş için yetkin bulunmayan sekreter Sara’yı, ikinci sezonda azimle çabalarını sürdürmüş ve kendi dedektiflik bürosunu açmış, ilk davasını da almış olarak bulduk. Bu hikâye, gidişatı açısından çok yeni değil ancak ilk sezonda karakterleri bıraktığımız yerler düşünülünce, dizinin tadını bozmadan yeni ufuklara da gidileceği hissini uyandırıyordu. Buna rağmen ikinci sezon için, ilk sezona göre biraz daha kötüydü demekten de kendimi alamıyorum. Nedenlerimi ise artılar ve eksiler diye başlık açıp, onların altında vereceğim.

Aynı anda hem asıl mevzusu “gizem ve polisiye” olan bir dizinin incelemesi yapmaya çalışıp hem de spoiler vermemek zor. Bu yüzden yazıyı, bir incelemeden ziyade artılar ve ekseninde tutmaya karar verdim. Yazının tamamını seyir zevkini bozmayacak şekilde ayarlamaya çalıştım, yani olay örgüsü, düğüm noktaları ve çözümleri ile ilgili spoiler vermeyeceğim. Fakat karakterler, oyuncular, çekimler ve “iyi yapılan şeyler”, “kötü yapılan şeyler” hakkında konuşmam da gerekiyor. Bu yüzden en ufacık bir detayı bile önceden bilmek istemiyorum diyenleriniz varsa bu paragrafın son cümlesi bir uyarı olsun, diziyi izlemediyseniz devamını okumayın.

Eksileri baştan bir üzerimizden atalım, sonra artılarla şenleniriz.

Eksiler

Dokota Fanning

Enteresan bir şekilde ilk sezonda çokça beğendiğim oyuncuyu, ikinci sezonda hem de tam parlaması gerekirken yani başrolde kendisini görürken, benimseyemedim. Açıkçası sezonun geneli için, New York’un ilk kadın dedektifinden esinlenilen bir karakterin; kadınların itilmişliğini ve eşitsiz konumlarından dolayı başlarına gelenleri işleyen bir sekiz bölümde parlayacak bir oyunculuk çıkartmaması, bayağı büyük bir eksi.

Fanning’in canlandırmasıyla el bebek büyütülmüş, annesi tarafından istenmemiş, babasının intiharından sonra ise kendisine ancak acınmış, cinsiyet rollerinin arasında sıkışmış bir kadının, bütün bu iklime rağmen dedektiflik bürosu açacak kadar cesaret ve dirayet gösterebilmesi, Sara Howard’ın üzerinde durmuyordu. Genel itibariyle Sara’yı sekiz bölüm boyunca ya gözleri bir yerlere dalmış ya ayaklarına bakarken; çenesini sıkarak birkaç cümle ederken izledik. Her bölümün en az on dakikasında omuzları boynuyla birleşmiş gibi bir köşede duruyordu ve işin kötüsü, korkması gereken yerden tereddüte düşmesi gereken yere, aksiyon içeren bir durumdan sevdiği adamla sevişmesine kadar da duruşu böyleydi. Hâl böyle olunca karakterin parlama anlarında, mesela bir düğümü çözecekken, bir şeyi keşfedecekken, birilerine ağzının payını verecekken yahut da kadın meslektaşları üzerinden seyirciye mesajlar yollayacakken çok pasif kalması, insanı yabancılaştırıyor.

Karakterin üzerindeki baskıyı ve sıkışmışlık hissini, yanı sıra yer yer soğuk ve metanetli davranması gereken birisinin duygu durumunu bu şekilde verebileceklerini düşündüklerini anlayabiliyorum, bazı yerlerde de bu oluyor ama seyirciye geçen çoğunlukla sıkışmışlık değil “sıkılmışlık” oldu. Bir de bu yansıtma, kendisinin, dizinin diğer iki başrolünden biri olan Luke Evans’ın karakteri John Moore ile olan sahnelerini de çokça etkiledi. Bu ikisinin arasında bir romantik ilişki var, hem iki karakterin konumları hem de olay örgüsü bakımından bir de karmaşık bir romantik ilişkiden bahsediyoruz. Yani en azından dizi, bizi buna ikna etmeye çalışmayı iş bilmiş. Fakat oyuncudan hem kendisine aşk ilan edilirken hem kendisi aşkını ilan ederken hem kıskanırken hem de aşkını yitirirken aynı yüz ifadesini gördüğümüzde pek ikna olamıyoruz.

Bana sorarsanız, bu dizi John ile Sara arasında bir aşk hikâyesi anlatmak zorunda değildi, hatta sezonu bitirdikleri yer de zaten anlatılan kadın imgesinin tabiatı gereği mantıklıydı. Fakat ekran süresinin hatırı sayılır bir kısmını John’un nişanlısına, John’un nişanlısının Sara’yı kıskanmasına, insanların Sara’ya John hakkında sorular sormasına ayırmayı tercih etmişler. Dolayısıyla madem bir seri cinayet çözümüne ayırmamız gereken vaktin bu kadarlık kısmını bir aşk hikâyesine veriyorsunuz, izleyiciyi de ortada gerçekten romantik bir durum olduğuna ikna etmelisiniz ki boşa gitmiş olmasın. Luke Evans’ın bununla ilgili bir sorunu yoktu, olay Dokota Fanning’de bitti.

Son Dakika Çözümleri

Dizinin ilk sezonunda olmadığı için çok mutlu eden ve maalesef çoğu dizide de senaryonun sırtını bunlara yasladığı son dakika çözümleri, ikinci sezonun en büyük eksilerinden biri oldu. Tabii ki hangi medyada yer alan eserden bahsedersek bahsedelim, bir kovalamaca veya bir stresli, hareketli duruma girdiysek heyecanı artırıp insanları koltuklarında dik tutmak için bir geri sayımın mevcudiyeti gereklidir. Ama tamamen bunlara yaslanmak, birden çok düğüm noktasında çözümü bunlarla getirmek veya sırf işimiz geri sayıma kalsın diye her bilgiyi son dakikada yetiştirmek, kolaycılık hissi veriyor.

The Alienist: Angel of Darkness’ın her cliff-hanger’ı, her kovalamacası, her çıkmazı, her çözümü işte böyle son dakika yetişmelerle sonuçlandı. Birisi birisini, tam öbürü yetişecekken kaçırıyor, tam birisi kaçacakken diğeri o anda yakalıyor, tam birisine zarar gelecekken son anda birileri yetişiyor kurtarıyor; tam hikâye çıkmaza girecekken birisinin aklına son anda bütün çözümü sağlayacak bir şey geliyor vb. Dediğim gibi, bir sefer olunca heyecan verici, iki sefer olunca sürükleyici, üç sefer olunca gerilim ama beşinci seferde artık üzüyor.

Ötesinde, izlediğimiz yapımın türü zaten gizem ve polisiye. Bir de suçları polisle değil, psikolojik çıkarımlarla çözüyoruz. Yani bizim kanıtları toplamamız, detayları fark etmemiz, yolun her adımını karakterlerle birlikte atarak tahminler üretmemiz ve neticesinde tatmin edici bir çıkarıma ulaşmamız lazım. Bunu ister şaşırtmacalarla yapabiliriz, ister dikkatli gözler için gizlenmiş birtakım işaretlerle; istersek de birilerinin bize açıklamasıyla. Bunlar olmayınca ortada gizem kalmıyor çünkü aşikâr olmayan her yeni bilgi gizem demek değildir.

Bu konuda özellikle çok şikâyetçiyim çünkü The Alienist’i benim için diğer benzer türdeki dizilere göre farklı bir yere koyan ve çoğunluğun seyretmediği bir dizi için binlerce kelime yazacak kadar önemseten şey kaybolmuş gibi hissediyorum. İlk sezonda sıkıcı olmayan bir detaycılık vardı ve bu yolla tatmin edici bir çözüme gidiyor, çözüm yolunu takip edebiliyor ama buna rağmen de tahminde bulunmakta tereddüt ediyorduk. Burada ise tam aksi; bir şeyler oluyor, bir anda birileri bir aydınlanma falan yaşıyor ve hâliyle her şey iki metre öteden tahmin edilebilir hâle geliyor.

Bir de ilk sezonun aksine bu sezonda senaristler çeşitli sebeplerden ötürü kitabın olay örgüsünden sapmışlar. Kitabı açıp okumadığım için normalde fark etmeyebilirdim veya bu beni o kadar rahatsız etmeyebilirdi. Ancak biraz da kitabın olay örgüsüne göz atınca, olayların olması gerektiği gibi gerçekleşmediğini, arada boşluklar kaldığını ve boşlukları doldurmak için de son dakika çözümlerine başvurulduğunu anladım.

En temel şekliyle buradaki sorun şu: Seri cinayetler işleyen birini takip ediyoruz, bu kişi yakalanınca sorunumuz çözülmeli. Sezonun ortasına doğru, katilin kim olduğunu öğreniyoruz, bizimle birlikte dizideki herkes de öğreniyor. Bu noktadan sonra kalan bölümlerde bize, en az katilin kim olduğu kadar ilgi çekici şeyler anlatılmalı. Fakat öyle olmuyor, sürekli olarak son dakikada gelişen farklı olaylarla aynı doğrultuda gitmeye devam ediyoruz.

Jenerik Kötüler

Bu da yine ilk sezonda olmamasıyla beni çok mutlu eden ancak ikinci sezonda bol bol gördüğümüz bir şey oldu. Bir tanesi dışındaki tüm sevmememiz gereken insanlara herhangi bir yaratıcılık katmamışlardı. Dışarıdan gelen bir dedektifin işine karışmasını istemeyen bir polis şefimiz var mesela, bu tanımdan ne anlıyorsanız onu yapıyor, tek amacı bu. Neden? Bilmiyoruz. Para kazanmak için ahlaksızlık yapabilecek bir gazete sahibimiz var, o da aynı şekilde, para kazanmak için ahlaksızlık yapıyor, tek işlevi bu. Bir tane mafyavari tip var, sevdiği kadın mutlu olsun diye suç işliyor. Bir tane doktor var, zenginler için akla hayale gelmeyecek işler peşinde insanlara zarar veriyor. Onun da nedenini bilmiyoruz.

Para kazanmak için ahlaksızlık yapan bir gazete sahibinin para kazanmak için ahlaksızlık yapmasından daha doğal ne olabilir diyebilirsiniz ama buradaki sorun, bu insanı beş bin kere farklı mecralarda görmüş olmamız. Ben hiç değilse böyle bir dizi için, birden fazla boyutu olan karakterler görmek istedim, olmadı. Bir de bu karakterlerin bir kısmı gerçekten de yaşamış insanlar olunca jeneriklik daha beter oluyor.

Artılar

Libby Hatch

Angel of Darkness’ı da benim için kurtaran en büyük unsur, Rosy McEwen oldu. Bir kere bence karakteri iyi yazılmıştı, amacını ve motivasyonunu tahmin etmek değil ama anlamak, empati kurmak kolaydı. İkincisi, dizinin başlığında yazan o The Alienist kısmı için de karakter ve içinde bulunduğu olay örgüsü müsaitti. Katmanlıydı yani, tek yönlü değildi. Bu yüzden izlemesi de oldukça keyifliydi. Üçüncüsü, oyuncu, birden çok duygu durumu arasında hızla geçiş yapabilmek için biçilmiş kaftan gibiydi.

Toplumsal Cinsiyet

Dünya hızla değişiyor ve takvimde yıl ibaresinin son hanesi her ileri gittiğinde bizler daha fazla eşitliğe, çeşitliliğe ve çoğu durumda kötü bir şey olarak bahsettiğimiz “politik doğru” arayışına şahit oluyoruz. Bunların hepsi, ilerlemenin ve gelişmenin bir gereği. Fakat bazen, sırf güzel duracak ya da akıntı bu yönde olacak diye oraya buraya yerleştirilmiş şeyler görüyor ve bunlardan rahatsızlık duyabiliyoruz. Angel of Darkness özelinde, başrolüne önceki sezonundan farklı olarak yan karakter olarak tanıttığı bir kadın karakteri seçen, içerisinde de zaten bolca kadınların sosyal durumunu tartışan bir dizi için, o eğretilikten eser yoktu. Bence bu, hem başrolünde kadın olan her yapımda kulağına su kaçmış gibi zıplayan garip insanlara hem de başrolüne kadın koyulduğu için taraflı bahsedilmek zorundaymış gibi hisseden diğer garip insanlara bir cevap olabilmesi bakımından müthiş bir şey.

Angel of Darkness’ın iyisi, kötüsü, başkarakteri, yan karakteri, kurbanı, masumu, suçlusu; topyekûn kadınlardan müteşekkil. Üzerine olay örgüsü, tamamen kadınlar üzerinden ilerliyor. Dizi açıldığında, erkeklerin kadınlara yaptıkları kötülükleri görüyorsunuz, cinsiyet rollerinin baskısını gazete haberlerinde okuyorsunuz ve neticesinde de dizinin size bunları gözünüze soka soka anlatacağını varsayıyorsunuz. Ki bu da bir tercihtir, yapılması gerekiyorsa yapılmalıdır.

Fakat Angel of Darkness başka bir rota tayin etmiş. Hem asıl anlatılacak hikâye –seri katili yakalıyoruz- hem sosyal mesaj dengesi, çok iyi bir şekilde sağlanıyor. Hemen her zaman iki tarafı da görme imkânınız oluyor, hem iyinin hem kötünün bir arada barınabileceğini anlatmayı tercih ediyor dizi. Böyle deyince anti-feminist bir tutum gibi anlaşılmasın sakın, malum spoiler vermemek için aşırı genel konuşuyorum. Kastettiğim şu, olan kötü olayların hepsinde, kadınlar başrolde olduğu için, kurbanlar kadınlar olduğu için ya da sorunları çözenler kadınlar olduğu için erkeklere mağdur olunmuş gibi gösterilmiyor. Böyle olanlar var, tıpkı hayatımızda sürekli lanet ederek tecrübe ettiğimiz gibi. Böyle olmayanlar da var, tıpkı hayatımızda sevinerek tecrübe ettiğimiz gibi.

Neticesinde dizinin, güçlü bir feminist mesajı var ama bu mesaj, erkeklerin kötülüğü üzerinden değil gerçekten de cinsiyet eşitliği üzerinden veriliyor. Feminizm uzmanı gibi bir titrle asla konuşmuyorum, yanlış anlaşılmaktan korkarım, böyle bir şey var mı onu da bilmiyorum fakat dizideki feminist mesajın ve karakterlere yazılıp çizilen güçlü kadın imajının, erkekle de, “kadın dediğin şöyledir” ile de bir derdi yok; erk ve tahakküm ile var. Ve bu tıpkı hayatta da olduğu gibi, ırk, cinsiyet, yaş seçmeden herkese zarar veriyor. Daha güzeli, bu pozisyonu alırken kimsenin “Kadınlar erkeklerin yapabildiği her şeye muktedirdir, siz yeter ki isteyin efendim” demesine de gerek duymamışlar çünkü bunun sürekli tekrar edilmesi gerekmiyor, bu zaten böyle. Bunun sonucunda biz de iyisiyle kötüsüyle olması gerektiği gibi cinsiyetleri değil, durumları ve olayları değerlendiriyoruz, iyisiyle kötüsüyle karakterlerin iç dünyasını ve dünyayı algılayışlarına eğiliyoruz.

Hikâye Anlatımı

Bu artı, biraz öznel olabilir, baştan kabulleniyorum. Eğer ilk sezon ile ikinci sezon arasında bir şey değişmediyse o da budur diye düşünüyorum dolayısıyla ilk sezonun hikâye anlatımını severek izlediğim için, bu sezonu da severek izledim.

Herkes için böyle olmayabilir fakat ben, bir vakayla ilgilenirken, bölümlerin ilk iki ve son iki dakikasında yer alan romantik ilişkisi yahut aile hayatı dışında başka hiçbir şeyle meşgul olduğunu görmediğimiz dedektif karakterlerin gerçekliğini kendi zevkime uyduramıyorum. Bu dedektiflikle ilgili de değil açıkçası, avukat olsa da fark etmiyor doktor olsa da. Hepsi de sevdiğim türden yapımlar olduğu için rahat konuşuyorum, her türlü tüketiyorum ben bunları fakat bir dizide hasta tedavisi dışında vergi borcuyla da uğraşan doktor gördüğümde yahut duruşma makamı haricinde tatile çıkarken gördüğüm bir avukatı takip ettiğimde daha mutlu oluyorum. Bu noktada tek sorun, araya giren bu sahnelerin ya da küçük durumların işlevinin ne olduğu olabilir. Komikli bir ara vermekten ya da evden çıkmadan önce portakal suyu içiyor olsun’dan, önemli telefon konuşmasını eşofmanla koşarken yapsın’dan öteyse en güzeli.

Angel of Darkness’ta sekiz bölümün içinde bazen aradan çıkartsanız bir şey değişmeyecek gibi görünen şeyler oluyor, bunlar hikâyenin ana örgüsüyle bağlantılı değiller fakat doldurma da değiller. Olay örgüsünden bağımsız olarak karakterlerin gelişimine, onların hayatlarına eşlik ediyorlar ve böylece gerçek insanların maceralarını izliyormuşuz hissi pekişiyor.

Olay örgüsünün içerisine hangi parçaları nasıl dâhil edeceğiniz, hangilerini ise dışarıda bırakacağınız da tamamen hikâye anlatımı ile alakalı olduğu için, The Alienist’in anlatımı benim damak tadıma uygun. Beni koltuğumda merakta bırakacak şeyler olurken bir yandan da hayatının akışı devam eden, benim pek tanımadığım ve bu yüzden çok da ilgilenmediğim diğer insanlarla günlük temaslarını sürdüren karakterler, bunlardan ötürü asıl olaya ilgimi artırıyor. Mutlaka ki sahne geçişlerinin, zaman zaman bazı nesneleri karakterlerin bakış açısından görmemizin ve karakterlere göre değişen tonlamaların da etkisi var bunda.

Üç eksi ve üç artının sonucunda bende artı kısımları ağır basan bir ikinci sezon oldu The Alienist: Angel of Darkness. Çünkü tüm eksilerine rağmen son zamanlarda kendi türünde çıkmış pek çok diğer diziden hâlâ daha iyi bir dizi olarak karşımızda duruyor. Dizinin senarist ve yapımcıları, uyarlandığı romanın yenisi çıkmadıkça çekimlere sıcak bakmıyorlar; yazar Carr ise kitabı 2022’de yayımlayacağını söylüyor. Uzun lafın kısası, bir sonraki sezon olursa da en erken üç-dört yıl sonra olacak gibi gözüküyor ki olmazsa da zaten, dizi bir şekilde finalini verdi, çok fazla açık kapımız yok.

Sevdiğim bir diziye bu kadar erken veda edebilecek olmak üzücü, bir de işte şu eksiler olmasaydı bari de, en güzel vedalardan birini yaşamış olsaydık demeden edemiyorum. Öte yandan Dokota Fanning’in içerisinde yer alacağı, tamamen New York’un kadın dedektiflerine odaklanan bir yan dizinin de gelebileceğiyle ilgili söylentiler var yeni kitap gelene kadar. Bu yeni kitabın Birinci Dünya Savaşı zamanına denk geleceği düşünülürse, aradaki on yılı, Dr. Kreizler tarafından olmasa bile Sara ve John ile takip edebilmek de güzel olabilirdi. Fakat bunlar hep söylenti o yüzden çok yüksekten uçmayalım. Haberler gelirse, geldikçe buralardan paylaşıyor oluruz.

Author

Editör-in-çiif. Hayvan dostu, çokça yalnız; ismiyle müsemma ama çoğunlukla zararsız. İyi tavsiye verir, geç olana dek ciddiye alınmaz. Her geçen gün bitkinliğine şaşırarak ‘takı taluy takı müren‘ arıyor.

1 Comment

  1. Ana rolde saranın olması benim bu sezonda beğenmediğim bir değişiklik oldu ilk sezondaki gibi daha kreizler üzerinden ve şu saçma aşk olaylarına az yer vererek ilerlese çok daha iyi bir sezon olabilirdi.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.