Zamanın çabucak geçtiğine dair kanıta ihtiyacımız varmış gibi, bölüm incelemelerimizde ikinci sezonunun yarısına ulaşmış bulunuyoruz. The Witcher serisini okuyan veya oyunlarını oynayanların yakından tanıdığı bir isim, dördüncü bölüme verilmiş: Redanian Intelligence. Redanian Intelligence başlığını görür görmez aklımıza gelen hikâye örgüsü ve bu bölümde karşılaşacağımızı umduğumuz karakterlerle ilgili beklentiler sebebiyle daha bölümün ‘oynat’ tuşuna bile basmadan heyecanlara gark oluyoruz. Ben de bu sefer, yazının sonunda söyleyeceğimi hemen şimdi dökülüyorum: Bu bölüm, bir Witcher hayranı olarak en sevdiğim bölüm oldu ve bir an önce bölüm hakkında yazmaya başlamak için çıldırıyorum!

Yine de heyecanımı birkaç cümle daha bastırmalı ve bazı uyarılar yapmalıyım. Bölüm dâhilindeki olaylarla ilgili olarak kitaplar ve oyunlarla karşılaştırmalar yapabilirim, bu da okuyacağınız yazıda bol bol spoiler bulunabileceği anlamına gelir. Ancak bu spoilerlar sadece ilgili bölümün olaylarını kapsayacaklardır ve sonraki bölümleri henüz izlemediyseniz çekinmenize gerek yoktur.

Geralt ve Ciri

Bölümü, Ciri’nin Geralt’ın ayak izlerini takip ettiği, çok tatlı bir eğitim montajı eşliğinde açtık. Can parçam Cirilla’nın ne kadar büyüdüğünü takdir ederken kendimi nasıl gururlu bir anne gibi hissettiğimi ve bunun psikolojik olarak ne kadar sağlıksız olduğunu bir kenara bırakırsak, Triss’in Kaer Morhen’e gelişine varabiliriz. Burası, sahneye Geralt’ın dâhil oluşuna kadar neredeyse birebir kitaptaki gibi. Triss, önceki sezona göre biraz değişmiş, belli ki hayranların sesini bastıramamış ve saçlarını kitapta olması gerekenden çok daha farklı bir renge, turuncuya çevirmişler. Ben kendi adıma ilk sezonda verdikleri karara sadık kalmalarını daha iyi karşılardım fakat neticede iki tüp boyadır, hikâye açısından da zerre önemi yok.

Triss’in Ciri ile karşılaşması, Kaer Morhen’e girişi ve burada yarattığı etki de bölüm boyunca neredeyse birebir kitaplardaki gibi ilerliyor. İlk sahneden şifacılığına vurgu yapılıyor, hemen sonra kendi yanık yarasına deva bulamadığı iksirlerinin başına geçiyor, Ciri’nin bir insan ve bir kadın olarak haklarını, Vesemir başta olmak üzere belli ki ne yapmaya çalıştıkları hakkında hiçbir fikri bulunmayan witcherlara karşı savunuyor. Ciri üzerindeki etkisi de kitaplardaki gibi açıkçası, ergenliğine giriş yapmak üzere olan bir kız çocuğu Ciri, Triss’i cool bir abla olarak görüp özeniyor; aynı zamanda da tıpkı görülerinde tanıştığı Yennefer gibi bir büyücü olduğu için, ondan öğrenmek istiyor fakat bunların yanında, Geralt ile olan ilişkilerine karşı da biraz şüpheci.

İlk sezonun başında oyunlardaki değil, kitaplardaki Triss’i tanıtmak için yazarken Geralt ile aralarındaki dinamiği, kitaplardaki gibi bırakacaklarını umduğumu söylemiştim. İşler, umduğum gibi gitti. Triss, Yennefer’in yaşadığının bilgisini, o bilgiye ihtiyaç duyan Geralt’a vermiyor ama günün sonunda kendi istekleri ve kararlarının arkasında yatan yanlış nedenleri de fark edebiliyor. Buralarda da kitaplarla dizi arasında ufak farklar var tabii, birebir olamıyor. Mesela kitaplarda Yennefer’in yaşamıyla ilgili herhangi bir şüphe bulunmuyordu, Kaer Morhen’e de onu çağırmak istemeyen Geralt’ın inadı sebebiyle Triss çağırılmıştı. Fakat günün sonunda yine kitaplardaki gibi Triss’in Yennefer ile ilgili bazı bilgileri Geralt ile paylaşmama sebebi ve motivasyonu hakkında okura/seyirciye bırakılan gri alanlar var, bu da bence yeterli. Neticesinde her ikisi de hem birbirine hem de Ciri’ye yardım etmeye çalışan iki dost konumuna varıyorlar buraya kadar olan kısımda kitaplarda bulunan dinamik sağlanıyor. İkili arasında kurulan neredeyse her diyalog, cümlesi cümlesine umduğum yerlere götürdü beni, elimde olsa bu bölümün yazar odasına dalıp alınlarından öpeceğim!

Triss, Ciri’nin güçlerinin ne olduğunu anlamlandırmaya çalışmanın yanında, geçtiğimiz bölümde Vesemir’i kafa karışıklığıyla bıraktığımız noktadaki Eskel’in ölümü meselesinde de witcherlara yardımcı oluyor. Stellasit ve monolitler arasında bir bağlantı keşfediyoruz ve Ciri de ilk sezonda Cahir’den kaçarken yıktığı Cintra’daki monolitten bahsediyor. Böylece Geralt’ı monolitin gizemini anlamak üzere Istredd’in yanına gönderiyoruz. Burada da temelde iki şeyden bahsetmek istiyorum. İlki, Geralt ve Istredd’in yollarının kesişmesinin, kitaplardan farklı şekilde de olsa ileride Kader Kılıcı’ndaki Buz Parçası isimli hikâyenin uyarlanmasının yolunun açılabileceği. Nasıl olur bilemiyorum tabii ama romanların olay örgüsüne girdiğimiz için Kader Kılıcı’nda yer alıp da diziye uyarlanmayan hikâyelerin tamamen es geçilmeyeceğine dair bir ümit verdi bana.

İkincisi de sürekli karşımıza çıkartılan şu monolit meselesi. İlk sezonda Istredd, Kıta’nın harabelerini araştırmaya gittiğinden beri, onun karakteri üzerinden kurmaya çalıştıkları bir olay örgüsü var ve henüz bir önceki bölümde de Istredd’i, Büyücü Kardeşliği’ne “Bırakın Nilfgaard’ı, savaşı filan; Kıta’nın geçmişi ve geleceğini belirleyecek şey monolitlerde saklı” minvalinde çıkışlar yaparken izlemiştik. Belli ki ilk sezonda başlattıkları bu olay örgüsünü, büyük bir yere bağlayacaklar. Tam bu noktada, dizide monolit dedikleri şeyin, kitaplarda tam olarak bu şekilde bulunmadığını belirtmem gerekiyor. Ancak kitaplarda hiç bulunmayan, yepyeni bir kavram da ortaya atmıyorlar; sadece isim ve görüntü değişiklikleri mevcut şu an için. Bu değişiklikleri de izleyenlere zaten aşina oldukları bir konsepti en baştan tekrar etmektense; görür görmez tanıyacakları bir başka biçime dönüştürerek anlatmak için yapmış olduklarını düşünüyorum. Neticede 2001: A Space Odyssey’den Assassin’s Creed oyunlarına kadar, hedef kitlenin tanıyacağı bir şey monolit.

Son olarak dizide monolit dedikleri şeyin kitaplardaki karşılığının, en ünlüsünün ismi Martı olan belirli kuleler olduğunu söylemekle yetinmek istiyorum. Merak eden kendisi bakabilir, daha üstüne ne dersem spoiler. Başka değişiklikler var mı, onu da sonraki bölümlerde göreceğiz.

Redanya İstihbaratı

Bölümün ikinci cephesinde, dizi boyunca ilk defa ziyaret ettiğimiz bir yere; Redanya’ya gidiyoruz. Sarayın görüntüsünün ardından sahneye giren baykuşu görür görmez, tüm Witcher oyuncularının ufak bir nida koyuverdiğine eminim ama kanıtlayamam. Neticede evet, cismiyle olmasa da Philippa Eilhart’ı ve yaklaşık bir on saniye sonra da Sigismund Dijkstra’yı görüyoruz! Graham McTavish, hayalimdeki Dijkstra ve daha fazlasını canlandırmış, sahneye girişinden itibaren rolünü, amacını, motivasyonunu ve karakterini gösteriyor.

Bölümde en az gördüğümüz kısım olan Redanya cephesinde hikâyemize etki eden iki şey gördük. Bir tanesi, elbette ki izlediğimiz politik güç dengelerine, Redanya’nın katılması. Güneyden gelen Nilfgaard tehdidine karşı ve elflere duydukları ortak nefrete binaen Kuzey Krallıkları ittifak yapmışlardı fakat şimdiki durumda, ortak iki düşmanlarının; elflerin ve Nilfgaard’ın iş birliği yaptığı haberi de hepsine erişmişken tüm bu krallıklar da kendilerine avantaj elde etmek isteyecekler.

Djikstra, deneyimli bir istihbaratçı olarak Cintra’nın hem Nilfgaard’ın eline geçmesine rağmen henüz bir savaştan çıkmış olması hem de iş birliğinin sonucu olarak aç elflerin sığınağı hâline gelmesiyle şehri sarsabilecek olayları önceden seziyor. Kralına, Calanthe zamanında asla alamayacakları Cintra’nın şimdi Redanya’ya bağlanabileceğini söylüyor. Ancak kendisi bir casus bu yüzden Nilfgaard gibi açıktan savaşa girerek hem Nilfgaard’ın dikkatini üzerine çekmeyi hem de diğer Kuzey Krallıkları’nın müdahale etmesi riskini göze almıyor. Daha dolaylı bir yol seçiyor. Bu yol da bizi, Philippa ve bir önceki sezonda Ciri, Brokilon’dan ayrıldığında veda ettiğimiz Dara isimli elf karaktere götürüyor.

Philippa’nın tüm Kıta siyaseti içerisindeki yeri, diğer tüm büyücülerden farklı. Redanya cephesinde Djikstra’yla çalışıyor fakat bir saray danışmanı değil. Kuzey Krallıkları’ndan biriyle çalıştığı için Nilfgaard aleyhine hareket ediyor fakat bunun için Büyücü Kardeşliği’ne yarcımcı olduğu söylenemez. Bunun yanında, bölümde de vurgulandığı şekliyle Nilfgaard gibi daha ulu ve yüce, neredeyse dini bir ülkü uğruna da hareket etmiyor. Onun her zaman kendine özel planları var. Dolayısıyla hem hayranların Philippa’yı görmeyi bu kadar beklemeleri hem de dizinin, baykuşu gösterse bile kendisini saklaması, bir pazarlama hamlesi olarak anlamlı. Dara’nın ise hem Ciri’yi tanıması hem de Philippa için çalışacak olması, roman serisinde yer alan bir sürü diğer dönüm noktasının fitilini yakacaktır.

Yennefer ve Cahir

Geçtiğimiz bölüm Gors Velen’deki anmadan kaçarken yolları kesişen Yennefer ve Cahir cephesinde, Kaer Morhen’deki olayların aksine, kitaplardan neredeyse tamamen ayrılıyoruz. Fakat bu ayrım bize, daha önce hiç görmediğimiz Gors Velen’deki gündelik hayata şöyle bir bakma, savaş sonrasında Kuzey’in yeni durumunu tanıma ve Kıta’daki elflerin mücadeleleriyle ilgili daha detaylı bilgi alma imkânı sunuyor. Ben de böylece ilk sezonda eksik olan hemen her şeyden bahsetmiş oluyorum.

İkilimiz, Cahir’in komutan unvanını tekrar alabileceği ve Yennefer’in de böylece kendini kurtarmayı deneyebileceği Cintra’ya doğru yola çıkmaya karar veriyorlar fakat işleri de bayağı zor zira tüm Kuzey, onları arıyor. Başlarına konan avı belirten kağıtta Cahir’in Ciri’nin kabuslarına giren şekliyle tam bir Kara Şövalye gibi çizilmiş olması ve Yennefer için de “elf büyücü” denmesi, dikkatimizi çeken ve hikâyeye yön veren iki detay. Yennefer’in büyü güçlerini kaybetmesi de yakalanmadan şehirden kaçma amaçlarında kendilerine hiç yardımcı olmuyor elbette. Muhafızların elinden kurtuluş yolları kanalizasyona düşüyor; burada da iki elfle karşılaşıyorlar. Aralarından genç olanı, Yennefer ve Cahir’e Sandpiper lakaplı birinin, şehirden kaçmak isteyen elflere geçiş sağladığını söylüyor. Böylece Yennefer’in “elf büyücüsü” olarak tanıtılması da dikkat çekmemeye çalışırken giydiği mor pelerinin aksine, işlerine yarıyor.

Kitaplarda yer almayıp da lağımlarda karşılaştıkları bu iki karakterin başlarına gelecekler, en az on kilometre önceden belli oluyor. Birinin lağımdaki canavara kurban gideceğini daha cümle kurmaya başlar başlamaz anlıyorsunuz, diğerinin de kendi postunu kurtarmak için kaçışını telafi etmek adına kendini feda edeceğini tahmin edebiliyorsunuz. Yine de diziye on dakika için dâhil olacak iki figürandan bahsediyoruz, hikâye içerisinde yeterli derecede tutarlı ve amaca yönelik bir karakter yazımı sanırım. Zira yoldaşına ihanet eden elfin varacağı noktayı tahmin etmem, bölümün sonunda gösterdiği klişe cesaretten etkilenmemi kesinlikle engelledi fakat karaktere veda ediş şeklimizin, izlediğimiz dünyaya dair verilen mesajlar bütününde, etkileyiciliğini koruduğunu düşünüyorum.

Bölümde beni en çok mutlu eden en önemli şeye ancak şu anda geliyorum. Kendimi bu kadar, neredeyse yazı bitene dek tutabilmeme şaşırmakla birlikte, Sandpiper ismini duyar duymaz evde attığım sevinç çığlığından sonra, bence büyük bir başarı bu. Jaskier, bu bölümden itibaren ikinci sezona giriş yapıyor.

Jaskier’i anlatmaya nereden başlasak? Bir kere, sahneye girişindeki Burn Butcher, Burn nakaratlı yeni şarkısı, onu geçtiğimiz sezon bıraktığımız yerden sonraki tüm hislerine fazlasıyla ışık tutuyor. İkinci olarak Yennefer ile aralarındaki ilişkiyi çok beğendim, bence beraber harika bir ikililer. Geralt’a karşı duydukları ortak hayal kırıklığı ile başlayıp, “denize düşen yılana sarılır” ile devam eden bu karşılaşmanın sonucunda ise bence, kötülükler arasında seçim yapılmayacağını; onlara karşı duran herkesin de hemen her açıdan, ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, aynı safta bulunduklarını anlatan güzel diyaloglar yaşanıyor. Jaskier’in Sandpiper olma motivasyonu da bir o kadar güzel. Hem Witcher kitaplarının teması hem Witcher oyunları hem de ötesinde, gerçek hayatımla bağlantı kurduğum bir noktayı oluşturuyor bu motivasyon. Önce elfler için geldiler, sonra sıra cücelere gelecek. Günün sonunda “öteki” dedikleri herkes için gelecekler.

Jaskier’in ve elbette Joey Batey‘in ne kadar harika olduğunu biraz daha vurgulamanın haricinde bu cephede değinmek istediğim son bir şey daha var. Yennefer, Cahir ve elflerin gemiye binebilmesi için karışıklık çıkartmak üzere gemiye yönelen Jaskier, liman görevlisine kendini hatırlatmak için “Uzun boyunlu savaşçılar” gibi mısralara sahip bir şarkısını mırıldanıyor. Sohbet ilerliyor; ismi, “Dünyanın Sonunda” olarak verilen bir şarkıdan daha bahsediliyor. İkinci bölümde, elflerce tutsak alınan Yennefer’in Filavendrel’i hatırlamasına vesile olan bu şarkıyı biz, geçtiğimiz sezon “Toss a Coin to Your Witcher” ismiyle dinlemiştik. Buradan sonra, görevli ile Jaskier arasındaki diyaloglardan, geçtiğimiz sezonda yaşanan hemen tüm olayları içeren Jaskier imzalı bir sürü başka şarkının, Kıta’da dilden dile gezdiğini de anlıyoruz. Bu da hem kitaplarda hem oyunlarda çizilen portreye oldukça uygun olmasının yanında gerçek dünyamızla dizi arasında bir köprü daha kuruyor.

Fakat bunun yanında bu sahneyle birlikte bölümü gözümde mükemmelleştiren bir şey daha oluyor ve yazarlar, ilk sezonda verdikleri, izleyenleri hep bir ağızdan rahatsız eden pek çok kararı tiye alıyorlar.Olayların farklı zamanlarda geçtiğini dördüncü mısrada anca anladım.” diyor görevli, “O sihirli öpücük biraz ucuz duruyordu.” diyor. Ben de buradan hareketle hem seyirciyi duyduklarını hem de kendilerini, kendi evrenleri içerisinde tiye alabildiklerini ama bunu yaparken de Jaskier’in küstah ağzından cevap verdiklerini anlıyorum. Yazar odasına diyordum öbür başlıkta, bir gün gider miyim?

İkinci sezonun dördüncü bölümü, bir cephesinde kitaplara uygunluğu, bir cephesinde Kıta’ya eklediği yeni aktörler, bir cephesinde ise doğrudan seyirciye hitap ederek kendisiyle eğlenmesi açısından bence bu sezondaki en fan hizmetçisi bölüm olmuş. Daha iyi olabilecek bir-iki ufak şeyden yazı boyunca bahsetmeye çalıştım fakat bölümü izlerken ne kadar eğlendiğimi, bölüm bittiğinde de ne kadar mutlu hissettiğimi düşündüğümde, geri kalanlar önemsiz gözüküyor.

Bakın, 2000 kelimeye yakın yazdım ama hâlâ Jaskier’e bu sezon yazdıkları karakter örgüsünde “Fareli Köyün Kavalcısı”nı kullanmalarını ve bunun, yeni bir hikâye olarak Witcher kitaplarının genel atmosferine ne kadar uygun olduğunu övemedim bile. Sezonun geri kalanında ekledikleri diğer şeylerin dönüşü nasıl olacak, orası şu anki konumuz değil ama Kavalcı’nın Jaskier; farelerin elfler olduğu bu hikâye, bence ana materyalden kopan bir uyarlamanın yapabileceği en iyi eklemelere bir örnek. Sizler ne dersiniz, bölümü nasıl buldunuz?

Author

Editör-in-çiif. Hayvan dostu, çokça yalnız; ismiyle müsemma ama çoğunlukla zararsız. İyi tavsiye verir, geç olana dek ciddiye alınmaz. Her geçen gün bitkinliğine şaşırarak ‘takı taluy takı müren‘ arıyor.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.