Doctor Who, on birinci sezonuyla hız kesmeden devam ediyo- Yok, bu yanlış oldu. Hız kesmeden demeyelim de, onun yerine “ağır ve sakin adımlarla” diyelim. Evet evet, bu daha çok uydu.
Jodie Whittaker’ın Doktor’u, bu üçüncü bölüm de dahil olmak üzere biz izleyicilere umut verici bir çizgi çizmeye devam ediyor aslında ilerlediği yolda. Henüz önceki Doktor’lar kadar net bir kişilik belirtisi görmesek de, yavaşça oturacak olan bir karakterizasyonu olduğunu anlamak mümkün. Ancak gel gelelim bu yavaşlığı tempo düşüklüğünden çok, sonradan gelecek büyük bir hikaye noktasının öncüsü olarak görmek daha sağlıklı gibi şu noktada. Zira bu sezonun şimdiye kadarki bölümlerini ele alıp değerlendirme yaparsak, birbirinden çok kopuk ancak arada bam teline dokunan detaylı sekanslarla dolu bir diziliş elde ediyoruz.
Bu bölüm, önceki sezonlardaki tarihsel bölümlere oranla ton, verdiği mesaj veya Doktor’un kendince sivri zekalı davranışları gibi detaylar ile tam anlamıyla farklıydı. Evet, daha önceden de birçok önemli tarihi kişilikle karşılaşmıştık aslında: Charles Dickens, Winston Churchill, Agatha Christie, Madame de Pompadour, Kraliçe Viktorya, Kraliçe I. Elizabeth ve Kraliçe Nefertiti gibi. Hepsi birbirinden farklı ve değişik renkte yansıtılmıştı. Hepsinin zamanına dahil oluşumuz çok daha farklı sebeplerle anlatılmıştı. Ancak bu seferki, sanırsak yüreğe en çok dokunan mesajı içerenlerdendi. Ha, tabii bu etken, bölümün şu ana kadarki gidişatta birazcık alakasız kalıyor oluşunu tam anlamıyla örtemiyor, orası ayrı.
Şimdiye kadar ne yaşadık Doktor’la, bir hatırlayalım mı? Rejenerasyon, Tzim-Sha tantanası, TARDIS’i bulma macerası ve önemli bir kişilik olan Rosa Parks dönemine yolculuk. Şimdiye kadar olanları bu kadar düz ve basit bir şekilde özetlersek ortaya bu çıkıyor; haliyle de hiçbir bağ olmadan episodik olarak ilerleniyormuş hissi veriyor izleyiciye. Sanki 13. Doktor’un birkaçıncı sezonuymuş da, artık can sıkıntısından oraya buraya gidip duruyorlarmış gibi. Ancak farkındaysanız daha giriş bölümlerindeyiz ve bu etkiyi uyandırması her ne kadar doğal olsa da sonrası için büyük umutlar besletirken hayal kırıklığı korkusunu da yüreklerimize tohum olarak bırakıyor maalesef.
Bölüm sinematografi olarak, tarihi olayı anlatışı olarak veya karakterlerin dahiliyeti olarak güzel olsa da bana kalırsa oldukça problemli ve alıştığımız Doctor Who’ya uymayan bir bölümdü. Öncelikle koskoca bölümde görebildiğimiz en fazla bilim-kurgusal şey, düşman olarak gelecekten gelen seksenler tarzında takılan ırkçı tuhaf abimizin sahip olduğu zımbırtısal cihazlarıydı. Başka teknolojik ne vardı, hatırlıyor musunuz? Ama sonik- Yok canlarım, sonik buna dahil değil, o demirbaş listesinde. Zaten onu bile koskoca bölümde bir ya da iki kere kullandı; anca yazı gizlemek ya da çanta açmak için falan. Tamamına bakınca resmen dümdüz tarih bölümüydü anlayacağınız.
Şimdi küçük bir detay gireyim burada: Hayır, tarihi bölümlerle alıp veremediğim ya da buna benzer şeylerin daha önce olmadığını savunduğum falan yok. Sadece, oldukça kritik birkaç bölümde bilimsellikten, uzaylıların alternatif yaşamlarından olabildiğince uzak ve hatta direkt olarak insanlığın acımasızlığı ve ölümlülüğü üzerine kurulan basit bir alt metinle hareket edilmesini büyük ölçüde cesaret göstergesi buldum. Elli yılı aşkın bir süredir bilim kurgu üzerine ağlarını örmüş olan bir dizinin, bu kadar insani değerlere değinerek “Hep uzayın orasında burasında gezdiriyoruz sizi, Arap saçından hallice zamansal senaryolarla yakıyoruz beyninizi ama; bakın şöyle bir gerçeklik de var.” demeleri takdire şayandı.
Nerede kalmıştık? Tarihi kişilikler ve Rosa Parks diyorduk. E peki kim bu Rosa Parks? Tarihte siyahi insanların ayaklanarak haklarını aramaya başlamalarına öncülük eden, koca bir yangına dönüşecek devrimlerin ateşleyicilerinden biri. Amerika’nın Martin Luther King Jr. ile beraber en önde gelen siyahi figürlerinden kendisi. Vakti zamanında çöp kadar bile değerleri olmayan siyahi insanları sırf deri renkleri kendilerininkinden farklı diye dışlayan pislik torbası beyazların nasıl eziklediğini, ancak bunun altında kalınmaması için nelere de göğüs gerilmesinin elzem olduğunu ortaya koyan kadın.
Peki Rosa Parks ne alaka koskoca Doctor Who evreninde? İnanın, cevap bulamadığım iki sorudan biri bu. Evet, TARDIS uzay ve zamanda birtakım sıkıntılar yaşandığı an o anı saptayıp Doktor ve yol arkadaşlarını oraya götürüyor kafasına göre. Evet TARDIS bu konuda oldukça inatçı ve daha önce de Doktor’un sözünü dinlemediği çok olmuştu. Ama inanın neden koskoca zaman çizelgesinde yalnızca Rosa Parks’ın döneminde yaşandı bu bozukluk, onu hiç bilmiyorum. Problemimiz gelecekten gelen ırkçı eleman, anlayabiliyorum. Ama bu hala neden onca yıl sonrasından gelip de spesifik olarak bu anı seçtiğini bana tam anlamıyla anlatmaya yetmiyor.
Eğer olaya romantik yönünden bakarsanız aslında şu mesajı yakalamanız çok olası: Geleceğin bilmem-kaçıncı yüzyılında bile hala ırkçılık büyük bir problem ve sırf siyahileri aptal saptal sebeplerden ötürü dışladıklarından ötürü ellerindeki teknolojiyi bu şekilde kullanmayı tercih ediliyor. İnsanlık hala ders alamamış. Hala beraber yaşamayı öğrenememişiz. Hala birbirimizden hiçbir farkımız olmadığını saptayamamışız. İnsanlar olarak hala geri zekalıca düzenlerin köleliğinden kurtulamamışız. Ama bu mesajı direkt olarak almayanlar ya da bizzat görmeyi reddedenler varsa, bölüm bir tık “Niye ki?” sorusu yakıyor kafalarında.
Zaman ve uzay çizgisindeki TARDIS dokunuşunun sebebini çözmeye çalışmayı bir kenara bırakıp devam ediyorum. Basit ama derinden vuran insani değerler diyorduk değil mi? Hadi biraz da insanlardan bahsedelim o zaman. Onca sezondur bir Zaman Lordu olarak koştururken Doktor’umuz, bu bölümde inanılmaz derecede inaktifti bana kalırsa. Peki bu sıkıntılı bir durum mu? Şimdilik hayır, ama ilerleyen vakitlerde birazcık olabilir.
Fark ettiyseniz bütün bölüm hiçbir teknoloji harikası ve anlamadığımız bilimsel şeyler yoktu; aksine bizzat Dünyalı üçlünün kendi insani çabalarıyla, yine insani bir zamanda kırılma noktasını düzeltmeye çalıştık. Ne zaman böyle bir şeye rastladık önceki sezonlarda? Sanırım yok denecek kadar az, belki de yok. Çünkü koskoca bölüm gerçekten de her şeyi yol arkadaşları yaptı, Doktor sadece direktif vermekle yetindi. Ben Doktor’un bu kadar inaktif olup da yine de kalbimin en uç noktasına dokunan bir hikaye işlemiş olduğunu hiç hatırlamıyorum doğrusu.
Anlayacağınız üzere bölümün en büyük günahı kendi türünden uzaklaşarak insanlığın temellerine inmesiyken en büyük sevabı da insanlığın bu kadar basit ve alışıldık bir detayını inanılmaz çarpıcı bir şekilde anlatmasıydı. Tuhaf bir paradoks, değil mi? Gerçi biz Whovian’lar olarak paradokslara alışığız arkadaşlar, çok da şey yapmamak lazım.
Bu arada YouTube’daki Doctor Who incelemelerimizi de takip ediyorsunuz değil mi?