Ryan Murphy denince eskilerin aklına ilk Nip/Tuck gelir. Ona yetişemeyen gençler ise Ryan Murphy dizilerini kendine has bir atmosferinden tanır: Narsist karakterler, ego fışkıran diyaloglar ve kariyer odaklı kişilerin kapıldığı lise dramaları. Bir zamana damga vurmuş Glee tipik bir Ryan Murphy dizisidir mesela. Geçen sene Netflix’e gelen ve daha bu hafta ikinci sezonunu yayınlanan The Politician da tıpkı Glee gibi Ryan Murphy damgasını göğsünde taşıyor. Fakat The Politician’ı özel kılan, tipik lise dramalı bir Ryan Murphy dizisinden çıkıp kaliteli bir Ryan Murphy dizisine dönüştüren bir bölüm var ki, bence dizinin bütün bölümlerine bedel. İkinci sezonun beşinci bölümü, The Voters.
Diziyi izlemediyseniz bile yazıyı okuyabilmeniz için mümkün olduğunca az spoiler vermeye çalışacağım ama söz veremem.
Biraz ön bilgi şart. The Politician bildiğiniz veya birazdan öğreneceğiniz üzere politikaya atılan genç Payton Hobart’ı konu alır. Birinci sezonun sonunda kendisini ilk ciddi siyasi yarışına atıldığını gördük. İkinci sezonunda yaşlı bir senatör olan Dede Standish ile Payton’ın New York Senatörü olmak adına politik rekabetini izliyoruz. The Politician’ı House of Cards ve Gossip Girl’ün yüz çarpanı ile birleştiği bir dizi olarak düşünün.
İkinci sezon daha başlar başlamaz tipik Ryan Murphy draması üstümüze üstümüze geldi diyebilirim. İlk sezondan ve Glee’den entrikalara alışık olan ben bile bi durup olanları idrak etme ihtiyacı hissettim. Her karakter kendi sivrilen kişilik özelliklerine ek olarak daha da manipülatif ve egoist bir kişiliğe bölünmüştü. İlk dört bölümde o kadar çok olay yaşandı, o kadar çok siyasi karalama kampanyası yürütüldü ki artık takip edemez oldum. Vay o kimle yatmış, aman bu kimle sevişmiş derken ipin ucu kaçtı iyice siyasetten uzaklaştık. Sezonun ilk yarısı seçime doğru yükselirken artık kimin eli kimin cebinde belli değildi. Derken seçim günü geldi çattı ve Ryan Murphy bana beklemediğim kadar anlamlı bir bölüm verdi.
Geçen sezon The Voter bölümünde okul başkanı seçim gününde henüz kime oy vereceğini belirlememiş bir seçmeni takip etmiştik. The Voters bölümünde de bir buçuk sezon boyunca izlediğimiz karakterler yerine bir anne kız ile açıyoruz. Dizilerde klasik karakterler ve atmosferin dışına çıkıldığı bu tip bölümleri bir ayrı seviyorum. Bir benzerini Master of None’da Aziz Ansari de yapmıştı, bütün bölüm boyunca zincirleme başka hikayeleri izlemiştik. The Voter gibi The Voters bölümü de hiç tanımadığımız karakterlerin gözünden açılınca bütün sezon boyunca vurgulanan her nokta bize üçüncü bir göz tarafından özetleniyor. Fakat ilk sezondan farklı olarak The Voters bölümü daha anlamlı ve politik bir bölüm olduğu için ben daha da beğendim. Payton’ın genç politikacı kimliği ve çevreyi korumak için verdiği uğraş genç kıza hitap ederken annesi de Dede Standish’in uzun kariyeri boyunca yaptığı iyiliklerin unutulmaması gerektiğini savunuyor. Lise dramasından çıkıp siyaset perspektifine dönüyoruz. Hayır dört bölüm o kadar entrika döndü ki biz asıl çelişkiyi unutmuşuz, halk için çalışan farklı jenerasyondan iki siyasetçi var!
Bölümün başlarında anne ile kızın bakış açısındaki farklılıklar, günümüzde yaşanan tüm siyasi tartışmaları ekrana taşımış gibi. Amerikalı gençler siyasette az rol oynuyorlar; tabi dizinin George Floyd olaylarından önce çekildiğini unutmayalım. Genç kız geri dönüşüm yapması için annesini uyarırken annesi yaptığı diğer çabalarının kızı tarafından hor görüldüğünü düşünüyor ve kavga ediyorlar. Kız annesinin neslini suçlarken annesi onların doğal gördüğü hakları kendi jenerasyonunun savunduğunu hatırlatıyor. Bakın bu bölümün daha ilk beş dakikası ve bu beş dakika içinde Amerikan siyasetinde sol tarafta yer alan iki jenerasyonun bütün kavgası çok net özetlenmiş. “Benim problemim değil” diyen yaşlı jenerasyon için küresel ısınma öncelikli bir sorun değilken, yeni nesil için de ev veya araba almak önemli değil, ki zaten alamıyoruz. Bu iki neslin farklılıklarını bir kenara koyup birbirini dinlemesi elzem. Dizi aslında dört bölüm boyunca lise dramasının arkasında bunu anlatmaya çalışıyor ama tabi ki de drama daha ilgi çekici hale geldiğinde tüm alt metin unutulup gidiyor.
Bölüm daha sonra ikiye ayrılıyor. Seçim gününde gönüllü olarak oranın sandık kurulunda görev alan anne Dede Standish ile etkileşime geçerken kızı da gönüllü olarak Payton Hobart’ın yanında çalışıyor. Normalde böyle bir ayrım iki farklı bakış açısını görmemizi sağlarken, dizide hiç tanışmadığımız bu karakterler, politik aktiflikleri ile bize dizide hiç görmediğimiz bir bakış açısını sunuyor: Seçmenler. Kendisini en iyi temsil edecek siyasetçiyi arayan seçmenler. Dürüst olacak, erdemli olacak, geleceği önemseyen siyasetçileri isteyen seçmenler. Seçtiği siyasetçiyi sorgulaması gereken, geçmişe değil geleceğe bakmanın kritik önemini görmesi gereken seçmenler. Yani biz.
Her ne kadar anne ve kızın yaşları ve hayattaki tecrübeleri gereği politik görüşleri ayrılsa da birleştikleri temel nokta seçim hakları ve bu hakkı nasıl kullandıkları. Bu bölümde özel bir şekilde oy vermeyi düşündükleri siyasetçileri bizzat, ilk elden sorgulama imkanları var. Önce çekingen davranıyorlar, sonuçta inandıkları siyasetçilerin hata yaptığını düşünmeyi kimse istemez. Bu siyasetçilerle daha fazla zaman geçirdikçe anne kız siyasetçileri ufaktan ufaktan sorgulamaya başlıyorlar. Verdikleri sözleri ne kadar tuttukları, gerçekten söylemlerinde samimiler mi yoksa oy toplamak için yalan mı söylüyorlar diye siyasetçilerin yüzüne direkt olarak sorma şanslarını yakalayan anne kızı takip ederken biz de bu sorgulamayı yapıyoruz. Bütün sezon Payton ve Dede Standish arasındaki kavgayı izledim ama bu siyasetçiler seçilince ne yapacaklar sorusu The Voters bölümüne kadar aklıma bile gelmedi!
Seçmenler ve siyasetçiler arasında geçen iki sekanstan örnek vereyim. Bunlardan ilki Payton’a oy vermek isteyen genç kızın Payton ve ekibine yardım ederken yaşadıkları konuşmaydı. Kız Payton’a yardım etmeye çalışırken ekibin onu sadece bir seçmen segmenti, kazanılması gereken bir rakam olarak görmeleri, bu genç seçmenin gözlerini açmasına sebep oldu. “Ben sadece bir rakamdan ibaret isem bu aday gerçekten beni umursuyor mu?” diye düşünmeye başlayan genç seçmen kendi seçtiği siyasi adayı sorgulamaya başladı. Her seçmen tıpkı bu bölümdeki gibi oy toplamak için hizmet sözü vermek ile hizmeti samimi olarak gerçekleştirmek istemek arasındaki farkı sorgulamalı. Payton da bir siyasetçi olarak bu iki noktayı birleştirip, halkına hizmet edebilmek için seçilmek ve bu amaç uğruna palavra sıkmanın, hiç hizmet etmemekten daha iyi olduğunu savunan tarafta. Bu sekans sayesinde bütün sezon Payton’ın yaşadığı en büyük ikilem ve kimlik bunalımı, kısa ve öz bir konuşma ile seyirciye taşınmış oldu.
Annenin bakış açısından bir örnek de Dede Standish’in ofisini ziyaret ettiğinde geldi. Yıllar boyunca New York’a hizmet etmiş bir senatör olan Standish, anne karakterinin gözünde mükemmel bir politikacı. Çevreye duyarlı, LGBTQ+ haklarını savunan ve geçmişte halkına çokça hizmet etmiş bir kişi. Fakat onun uzun süredir koltukta oturması, o koltuğu cepte görmesine sebep olmuş. Kızına karşı annenin en büyük argümanı Dede Standish’in de çevreci oluşuydu. Ancak bu bölümde takip ettiğimiz annenin de gözleriyle gördüğü üzere ofiste geri dönüşüm yok, üstelik Dede Standish ve ekibi küresel ısınmayı ciddiye almıyor. Üstelik gençlerin sesinin duyulması fakat ülkeyi yönetmede söz hakkı olmaması gerektiğini de savunan Dede Standish, kendisine oy verecek seçmeni yani anneyi bile şaşırtıyor. Anne karakteri de haklı olarak hem siyasetçisini hem de bir seçmen olarak kendini sorguluyor.
Anne ve kızı takip ederek bir bölüm de olsa dizini çılgın atmosferinden kendimizi soyutladık ve dizideki karakterleri objektif bir bakış açısıyla gördük. Annenin de dediği gibi bütün sezon boyunca izlediğimiz hiçbir şeyin halk için aslında önemli olmaması güzel bir noktaydı. Bize ne Dede Standish’in ilişkilerinden, bize ne Payton’ın altı yaşında giydiği Geronimo şapkasından. “Sen ne hizmet vereceksin onu söyle!” demek sonunda aklımıza geldi. En önemlisi de aslında iki adayın da çok da iyi olmadığını görmüş olduk. Zaten siyaset biraz da böyle değil mi; hiçbir aday mükemmel değil ancak birini seçmek zorundasın.
The Politician, herkese önereceğim bir dizi değil, dediğim gibi zor bir lise draması dizisi. Bazen en çerezlik, en drama yüklü diziler bile böyle küçük bölümlerle bizi şaşırtabilir. Her dizi arada böyle kendi kabuğundan çıksa ne güzel olur!