Weinstein davasını düşünüyorum bir süredir. Nasıl kıyamet kopmuştu hatırlıyor musunuz? Onlarca kadın ortaya çıkıp ünlü yapımcı Harvey Weinstein tarafından istismara uğradığını söyledi ve Hollywood film sektörünün karanlık arka odasına bir pencere aralandı. Hala devam etmekte olan onlarca davaya yenileri eklenmeye devam ediyor. Daha geçen hafta yeni bir skandal peydah oldu; Weinstein’a, yıllar önce 16 yaşında bir modele cinsel istismarda bulunduğu gerekçesiyle yeni bir dava açıldı.
Weinstein’a karşı başlayan bu cesur akım sayesinde, konuşursa mesleğini kaybedeceğinden korkan mağdur kadınlar saldırganlarının karşısında durmaya başladılar. Sadece kadınlar değil, erkeklerin de sektör içerisinde tacize hatta tecavüze uğradığını öğrendik. Mesela vücut geliştirici ve aktör Terry Crews çıkıp “Artık susmayacağım!” dedi. Sektörün içindeki aktör ve aktrisler açık bir şekilde Crews’e ve benzer mağduriyetleri yaşayanlara desteklerini sunarken sosyal medyada halktan gelen inanılmaz yorumlara da tanık olduk. Bir kesim Crews’a “Dev gibi adamsın, dövseydin ya herifi?” dedi; kurbanları suçlayan hatta aşağılayan gönderiler, yorumlar gördük.
Bir de şey vardı hatırlarsanız; 2015 yılında Jennifer Lawrence, feminist bir gazete olan “Lenny Letter” için bir makale yazmıştı. “Aynı filmde oynadığım erkek oyunculardan daha az para kazanıyorum; Hollywood’da gelir eşitsizliğine artık son verilsin!” dedi ve birden herkes kadınlar ve erkekler arasındaki gelir farkını konuşmaya başladı; büyük olay oldu. Sektörden başka kadınlar da sıkıntılarını dile getirdi, bu haksızlık her yerde vurgulanmaya başlandı. Yine Hollywood’dan çıkan bu söylem, medyada yer edindikten sonra hayatın diğer alanlarındaki sorunlara ışık tutmaya çalıştı. Ofis çalışanları, öğretmenler, otobüs şoförleri birdenbire gelir eşitsizliğinden bahseder oldu.
Bir müddet sonra Jennifer Lawrence’ın Chris Pratt ile birlikte yaptığı Passengers adlı bir filmde Lawrence’a 20 Milyon dolar ödenirken Pratt’e 12 Milyon dolar ödenmesiyle kazanılan küçük bir zaferin sarhoşluğuyla bu isyanın alevi biraz dindi. Fakat kor alttan alta yanmaya devam ediyor.
Yine bu dönemde azınlıkların Hollywood’da temsili üzerine tartışmalar başladı. Sektörün dört bir yanından insanlar Akademi Ödülleri’ni hep beyazların kazandığını, azınlıklara uygun roller yazılmadığı için filmlerde yer verilmediğini, başka ülkelerden uyarlanan ve orijinalinde farklı etnik kökenlerden olan karakterlerin bile “beyaza boyandığını” dile getirmeye başladılar. 2013 yapımı Johnny Depp’li Lone Ranger, 2014 yapımı Christian Bale’li Exodus: Gods and Kings gibi filmler yerden yere vuruldu. Bu sadece ırk meselesi de değildi; kadınlar için yazılan rollerin de klişelerle dolu olduğu ve kadın ana karakter sayısının azlığı gibi konular konuşulmaya başlandı.
Bunun akabinde Ghostbusters tamamen kadınlardan oluşan bir kadro ile yeniden çekildi, Ocean’s serisi için de aynı duyuru yapıldı. Sonuçta bu iki film de vasat işler oldu ama getirdikleri ses Hollywood’da bir “yeniden yapılanmaya” yol açtı. Hatta belki de bu tepkiler sayesinde Black Panther ve Wonder Woman gibi filmlere sahip olduk.
Yaşananlara baştan vakıf olduysak, gelelim zurnanın kulak tırmaladığı yere: Ne hikmetse tam da bu dönemlerde muhafazakâr yayın organları “Liberal Hollywood Elitleri” kavramını kullanmaya başladı. Yazılanlara göre bunlar; halktan kopuk, yozlaşmış, elit geçinen bir kesimdi. Amaç, yukarıda bahsettiğim hadiselere karşı cephe oluşturmaktı. “Ne pahasına olursa olsun bir takım liberal düşünceleri gırtlağımızdan içeri zorla sokmaya çalışan bir grup” yaratıldı bazı medyalarca. Sinema sektöründe oluşan bu liberal akım, mümkün olduğunca kötü bir şeymiş gibi gösterilmeye çalışıldı. Hayalet Avcıları’nın sevilmemesini bile bir silah olarak kullanan ve Hollywood’un bu çabalarının “hayali bir probleme” dayalı olduğunu savunan kesim zamanla büyüdü veya daha doğrusu varlıklarını gösterdi. Bu kesimin halk üzerindeki etkisi Hollywood’dan daha fazla olduğu için de “muhafazakâr/genel halk” ve “Liberal Hollywood” arasındaki bu ayrım her geçen gün keskinleşiyor.
Peki ya muhafazakârlığın vücut bulmuş hali olan Donald Trump, Amerikan başkanlığa adaylığını koyduğunda neler oldu hatırlıyor musunuz? Her geçen gün bir başka cinsiyetçi veya ırkçı söylemde bulunan bu adamın arkasında birden bire milyonlarca insan belirdi. Liberal Hollywood durmadı tabi ki; dünyaca ünlü oyuncular her fırsatta Trump’ı yerden yere vurdu. “Ona oy vermeyin!” videoları çektiler, kampanyalar düzenlediler. Fakat “genel halk” ve “Liberal Hollywood Elitleri” arasındaki fark öyle bir açılmıştı ki bu çabaların neredeyse hiçbir etkisi olmadı. Hatta belki de tam tersine, “Sesleri çok çıkan yozlaşmış bu kesime inat, sessizlerin sesi Trump!” nidaları yükseldi. Tartışma programlarında “İstedikleri gibi at koşturamayacakları için Trump’ı istemiyorlar.” dendi. Sonuçta Trump başkan oldu ama Hollywood savaşmayı kesmedi.
Örneğin; bu yıl Tony Ödül töreninde Robert De Niro çıkıp “Fuck Trump!” diye bağırdı, bütün salon ayakta alkışladı. Ondan sonra podyuma çıkan herkes “Helal sana Robert.” dedi. Oscar Törenlerinde ise “Me Too” ve “Never Again” dendi. Silahlı okul saldırılarından ve ülkedeki silahların azaltılması gerektiğinden bahsedildi. Podyuma her çıkan Trump’a salladı, Mike Pence’e salladı, Fox’a salladı. Öte yandan Oscar törenleri tarihinin en az izlenme oranını gördü. Anlayacağınız tepkiler, aksiyonlar radikalleşmekte gecikmedi.
Ben bütün bunları düşünürken Hollywood’dan beklemediğim bir haber geldi; Suicide Squad 2’yi James Gunn yönetecek dendi. Gunn, pedofili, tecavüz gibi karanlık yerlerden beslenen fakat günün sonunda şaka olduğu belli olan bir takım tweetleri gün yüzüne çıkmış ve bunun sonucunda Guardians of the Galaxy 3’ün yönetmenlik koltuğundan kovulmuştu. Çoğunuz bana katılmayacak biliyorum; hak ettiğini düşünebilirsiniz, hapse girmesi gerektiğini hatta boynuna çip takılıp 7/24 takip edilmesi gerektiğini düşünebilirsiniz fakat değineceğim nokta bu durumun haklı veya haksız oluşu değil:
Açıkçası ben bu olayın Gunn’ın kariyeri için ölümcül sonuçlar doğuracağını düşünmüştüm. Yapımcıların uzun bir süre ona iş vermekten çekineceğini ve bu olay yüzünden kariyerinin biteceğini sanmıştım. Her ne kadar Disney’in bu kararını doğru bulmayanlar olsa da sosyal medya üzerinden halkın tepkisi genel olarak çok sertti. Ben Hollywood’un böyle bir skandal sonrası halkı karşısına almaya cesaret edemeyeceğini düşünüyordum.
O sıralar hararetli bir şekilde Muhit’te bunları tartışırken Yiğitcan; “Belki de başka bir firma bu olaya diğer taraftan yaklaşacak ve küllerinden doğan bir James Gunn göreceğiz, olamaz mı?” demişti. Sonuçta Yiğitcan haklı çıktı. Disney popülist yaklaşımı yüzünden herhangi bir tepkiyi göze alamayıp Gunn’ı derhal kovmuş olsa da, “Liberal Hollywood” sonuçta ona sahip çıktı ve “genel halk” ile arasındaki ayrılığı bir kez daha göstermiş oldu.
Genel halk tabiri dilime pelesenk olmuş biraz ama eğri oturup doğru konuşalım arkadaşlar; milliyetçiliğin yeniden yükseldiği ve muhafazakârlığın gittikçe egemen olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Dünya üzerinde hükümeti sağ parti olmayan ülkelerin sayısı bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda. Örneğin daha iki hafta önce gerçekleşen Brezilya genel seçimleri sonucunda ülkenin başına gelen Jair Bolsonaro hakkında biraz araştırma yapınca insanın kanı donuyor. Tüm dünyada “genel halk” gittikçe hoşgörüsünü kaybedip; gittikçe daha da ayrılıkçı konuşan insanları destekliyor gibi. Böyle bir siyasi yapı içerisinde “Liberal Hollywood’dan” yayılan bu “Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik” sesleri bir şeyler başarabiliyor mu, yoksa bir ideolojinin son çırpınışları mı gerçekten karar veremiyorum. Hatta Hollywood’un işleyişini biraz inceleyince bu sesler samimi mi yoksa, hazır bunlar konuşuluyorken bol kadınlı bir film yapalım da para kazanalım, seviyesinde mi onu bile anlayamıyorum artık.
Siz ne diyorsunuz sevgili Geekler? Sizce Hollywood küresel çapta insanları etkileyebilecek, siyasete yön verebilecek bir kurum mu yoksa bütün bunlar “kendini düşünen bir kesimin sahte söylemleri” mi?