Sevgili okur,

Basmakalıp başlangıcımı bir kenara bırakıp soruma odaklan: Okumak ve yazmak işinin en heyecan verici özelliği nedir? Afiyette olup olmadığını sorsaydım daha kolay cevap verirdin, biliyorum ama mektup adabı benim öğrendiğim bir şey değil. Ben yüksek seviye, katı bilim-kurguyla da oldum olası barışamadım. Sen sever misin peki?

İlk sorunun cevabı, bence, okuma yazmanın zamanla alakalı olmasında yatıyor. Bir şeyin kelimelere dökülmesi ve sonra bin bir türlü yöntemle başkasının zihninde yankılanması her şeyden önce bir zaman meselesi. En iyi yanı da bu ya. Zamanla gerçekleşiyor, bir zaman sonra gerçekleşiyor, zamanında gerçekleşiyor, zamana sarkıyor, zamandan atlıyor… Şu anda bu metni yazan ben, elbette okuyanı tahmin edemem—nerede, ne zaman, nasıl, kim? Ama bunu da benden daha iyi açıklayan bir paragraf var elbette.

“There’s a kind of time travel in letters, isn’t there? I imagine you laughing at my small joke; I imagine you groaning; I imagine you throwing my words away. Do I have you still? Do I address empty air and the flies that will eat this carcass? You could leave me for five years, you could return never—and I have to write the rest of this not knowing.”

Umberto Eco dememiş miydi, herkes, her zaman Okur için yazar diye? Kozmik bir felaketle her şeyin yeryüzünden silineceğini bilse bile hem de, birilerinin yine de bulup okuyacağına dair en ufak bir umut parçasına tutunduğu için yazar.

“Books are letters in bottles, cast into the waves of time, from one person trying to save the world to another.”

Ve bu yazmak işinin en mahrem, en hassas hâli mektuplaşma değil midir? Eninde sonunda tek bir kişi için yazılır. Yazan ve yazılan -ya da yazan ve yazan- birbirinden acıklı biçimde uzaktadır. Tekrar tekrar okunur ve tekrar tekrar yazılır. Hasret ve tereddüt ve kişinin en çıplak hâli bulunur içerisinde mektuplaşmanın. Yani muhtemelen.

Yani, evet, elbette yerinde bir romantizmi var mektuplaşmanın. Tüm o yazışmalar—bir hikâye anlatmanın her zaman taze bir yolu. Bir aşk hikâyesi anlatmanın ise doğal bir yolu. Bir kere, bütün mektuplar güvenilmez anlatıcıdan doğar. Bu da güzeldir, elbette, kendilerini ve dünyayı nasıl deneyimliyorlarsa birinci ağızdan anlatıverirler yazıcılar.

İnsan yüzündense boş bir kâğıt ortaya çıkmak için her zaman daha kolay gelir. En derin sırlarımız için yani. Değil mi okur?

Kâğıt dedim. Eksik oldu. Çünkü, sevgili okur, sana bahsetmek istediğim hikâye biraz daha karmaşık. Kırmızı ve Mavi, Zaman Savaşının iki tarafının ajanları, sadece kâğıtla mektuplaşmıyor. Onların mektuplarına tarih atsak önümüze çizgisel bir örüntü de çıkmıyor. Onların mektuplarında geriye bir aşk hikâyesi kalıyor, evet, okuması çok zevkli bir hikâye, evet. Her şey öyle tanıdık, her şey öyle yabancı ki… Kitabın çok basit bir taslağı var eninde sonunda, önce Kırmızı’dan bahsediyor, içinde bulunduğu vazifeden, sonra bir mektup buluyor Kırmızı—Mavi’den. Sonra Mavi’den bahsediyor, uğruna koşuşturduğu gayeden, sonra bir mektup buluyor Mavi—Kırmızı’dan.

Ağacın halkalarında, çayın yapraklarında, örülen hasıra dokunmuş halde, aklınıza gelebilecek her zaman ve mekânda mektuplaşıyorlar. Yazışmaları bir zaman meselesi, tek bir mektubu bir yerlere kazımak yıllar sürebiliyor, mektubun bekleyişi on yıllar, bulması yüz yıllar alıyor. Ya da işte, başka bir bakış açısından göz kırpılacak bir süre.

Bir bakıma, ne kadar tanıdık bir hikâye bu, kurşun yağmurundan sıkılınca cephenin öbür tarafına kâğıt uçak atmaktan farksız. Bir bakıma, ne kadar yabancı bir hikâye bu, çünkü Black Gate’de şu incelemede de denildiği gibi, “tanrıçalar âşık oluyor” birbirlerine. İkisi de insan değil, oysa ne kadar da insanlar aynı zamanda. Ama onların hayatları, eh, ortalamanın üzerinde geçiyor ve kimlikleri o kadar önemli ve o kadar önemsiz ki. İnanılmaz kabiliyetli, ölümle dans etmekten öte muhtemelen çoğu zaman ölümle bir kadeh atan kişiler oldukları kadar, hiç kimseler de.

Görevleri rol yapmak.

Kelebek etkisi üzerine kelebek etkisi—kelebeklere karışmıyorlar ama rol üzerine gülüyor, rol üzerine koşuyor, rol üzerine âşık oluyorlar, yıllarını tek bir basit birey olarak geçirip görevlerini tamamlayan kişiler bunlar. Kişilik dediğiniz zaman ve mekândan sökünce nedir ki? Eğer ikisi de insan değil de bambaşka bir şey ise: belki organik madde belki sentetik robot, belki uzaylı belki uzamlı. Ama bir yandan da kendilerini kadın olarak tanımlıyorlar ve dibine kadar queer bir hikâye bu—kimliklerinin bu kısmı ise yazarların da belirttiği gibi asla koparılabilecek ve değiştirilebilecek bir şey değil.

Bana sorarsan, okur, hikâye öyle olsaydı aynı güzellikte işlemezdi de zaten.

Çünkü modern. Pek çok açıdan hem de. Bilim-kurgu kısmına gelelim, estetiği, aklımızda canlandırdığı imgeleri düşünelim. Daha garip bir şey bu, daha tozlu, daha renkli, biraz empresyonist bir tablo gibi. İkinci sınıf bilim-kurgu dizilerin steril uzay gemileri yok, metalik griden çok renkli bir orman var sanki önümüzde. Klavye tuşlarının antikliği, Pasifik’i ilk defa geçecek elde düğüm atılmış sandalın modernliği var. Ama emin olun bunların hiçbir önemi yok, ne de zamanda yolculuğun nasıl yapıldığının, ne de zaman savaşının detaylarının.

Başta dediğim gibi, ben katı bilim-kurguyla pek iyi geçinemiyorum ama tüm bunları ayağının altına alıp bir basamak olarak kullanan, arka planına bunları yedirip başka şeyler anlatmak isteyen her hikâyenin kalbimde ayrı bir yeri var. Ben Doctor Who’yu bu yüzden seviyorum. Seni bilmem, benim aklıma biraz River Song ile Doktor’un zaman boyunca karşılaşması ama kavuşamaması geliyor şimdi. Bütün bir insanlık tarihi boyunca birbirlerinin arkasında olan Crowley ve Aziraphale geliyor.

Onlar yapboz tamamlar ya da saç örer gibi zamanla ve dolayısıyla milyonlarca hayatla oynaya dursunlar -ki bu minik oynayışların ve zaman çizgisindeki değişkenlerin her biri dahiyane- biz onların tatlı çekişmelerini okuyalım. Zamanda yolculuk latifeleri yapsınlar, imalı şakalar etsinler, mektuplarına notlar koysunlar. Kendi taraflarının felsefelerini anlatsınlar, övünsünler, laf çaksınlar birbirlerine—ama sonra işler biraz değişsin. “Acıkır mısın sen de?” diye sorsunlar, sevgili okur. “Ne yemeyi seversin? Ne okursun?” Bir şeyler değişsin. Gün gelsin, şaka yapmak için bile olsa birbirlerine “düşman” diyemesinler.

“I thought of myself as a city and I licked my lips.

I thought of myself as a nation and I wrung my hands,

I put a thing in your hand. Will you defend yourself?

From me, I mean. Let’s kill something. The mind

moves forward, the paint layers up: glop glop and

shellac. I shovel the color into our faces, I shovel our

faces into our faces. They look like me. I move them

around. I prefer to blame others, it’s easier. King me.”

Landscape with a Blur of Conquerors – Richard Siken

Modern demiştim. Elbette modern. Hatta alakasız görünebilir ama bana pek çok yerde yazım tarzı Richard Siken’ın şiirlerini hatırlatıyor. Belki modern eserleri birbirinden ayıramayan benim. Belki “sen” ve “ben” kelimeleriyle okuyucuyu ve yazarı metne dahil edişiyle, oraya buraya serpiştirdiği aliterasyonlarıyla ve kullandığı şimdiki zaman çekimiyle gerçekten de ortada kurulabilecek bir bağ var.

Dilinin şiirsel olduğu su götürmez bir gerçek, mektupların arasındaki her bölüm inanılmaz haz alarak okuduğum yerlerdi, okur. Kimisi şiirsel dilinin kimi zaman kitabın bir hatası olduğunu söylemiş. Bazen, evet, anlam çok muğlak. Bazen şiir kadar öz ve şiir kadar belirsiz ve okuması şiir kadar zevkli. Ama aynı zamanda tüm zaman ve uzaya dağılmış bir hikâyenin uzun olmasını istemezdim ben, sen ne diyorsun?

Detaylara, tüm o yolculuklara ve aradan geçen yıllara bakmaktansa, ben anlık portreler, anlık manzara resimleri çizen paragrafları yeğlerim. Çünkü bahsetmemiş miydim Mavi ve Kırmızı için tanrıça diyenlerden? O zaman bu bir masal, neredeyse mitolojik bir noktada, olayların nokta atışı nakledilmesi yerine estetik bir geçiş okumayı tercih ederim. Sen etmez misin? Empresyonist bir tablo ya da bir yerlerde bir mabedin vitraylarına bezenmiş anlık bir sahne—yüzyıllar sonra ulaşılan, neredeyse tesadüf üzerine rastlanılan bir mektup. Mektubu bulanın belli belirsiz gülümseyişi.

Max Gladstone ve Amal El-Mohtar

Kelime sayaçları bana, bu mektubu okurken yine bana hayatından yedi dakika bahşettiğini söylüyor, okur. Ben de mektubumu hakkında yazdığım kitabın üslubunu çarpık çarpık taklit ederek bitirirken şunu diyorum: İşte zaman savaşını böyle kazandım. Adını sanını bilmediğim, yüzünü görmediğim insanları benimle birlikte bir kitap üzerine düşünmeye, duygulanmaya kandırarak. Okura seslenerek, evet, ona, sana, belki de kalabalığın içinde performans sanatçısını izlerken ve eriyip gitmişken sanatçıyla göz teması kurmuş gibi hissettirerek okuru. Dünyanın sonu gelecek olsa bile hem de. Kırmızı’nın Mavi’ye, Mavi’nin Kırmızı’ya yaptığı gibi. Amal El-Mohtar ve Max Gladstone ithaf sayfasında “Sana, evet, sana,” diyerek oku bir hedefe atması gibi, her yazarın o bir okurun olasılığına tutkuyla yazması gibi. Neyse, çok uzamadı mı mektup?

Peki okur, sen nasıl kazanırsın zaman savaşını?

Eğer ben senin yerinde olsam okur, ya da daha rasyonel biri olsaydım en azından, şöyle derdim: Kimse zaman savaşını kazanamaz, en azından uzun bir süre için. Adı üzerinde. Hudutları da mütemadiyen değişiyor—tıpkı Mavi ile Kırmızı’nın o garip, şefkâtli ve hırçın ilişkisi gibi.

Sen nasıl kazanacaksın okur?

Sevgilerle, Ruken.

“And when

I hate my friends I’ve failed myself, failed to share

my compassion. I shine a light on them of my own

making: septic, ugly, the wrong yellow. I mean, maybe

it’s better if my opponent wins.”

Self-Portrait Against Red Wallpaper – Richard Siken

Not: Richard Siken şiirlerinin bağlamından koparılmasını hiç sevmiyor, biliyorum. Hangi şair sever ki?

Not 2: Yine de ben kazandım.

Not 3: Şaka yapıyorum. Kazanmak konusunda yani. Ama tabii, bu yedi dakikayı harcayışından keyif aldıysan eğer, sen de.

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.