Selam millet! Bir geek olarak Tolkien sevdamı yaymaya çalıştığım minik misyonerlik projem olan Silmarillion Antolojisi’nin bir bölümüne daha hoş geldiniz! Biz bu antolojide J.R.R. Tolkien’in yarattığı Legendarium’a bir saygı duruşu niteliğinde, bölüm bölüm Silmarillion inceleyip yeri geldiğinde küçük küçük ara bilgiler veriyoruz. Antolojimizin şuradan ulaşabileceğiniz sekizinci yazısında Thingol ve Melian’dan bahsetmiş, hafiften de Beren ve Luthien’e selam çakmıştık. Bu yazımda ise kitabın dışına pek çıkmadan yalnızca gidişata bir virgül atarak devam edecek, Quenta Silmarillion’un bir sonraki bölümünden bahsetmek yerine size benim çok ilgimi çeken ve Silmarillion’da da bol bol yer alan başka bir konudan bahsedeceğim.

Aslında bu yazıyı bu seri daha başlamadan yazmaya niyetlenmiştim zira gerçekten benim çok hoşuma giden bir bakış açısından bahsedeceğim bugün fakat madem böyle bir serimiz var, araya eklersek hoş olur diye düşündüm. Hem de sürekli kitaptan bahsetmemiş, biraz soluklanmış oluruz. Çok uzattım yine, değil mi? Çenem düşüyor bazen. Tamamdır, artık konuya geçiyorum.

Halls of Mandos, Jonathanguzi (Deviantart)

Bildiğiniz üzere Silmarillion’da elf ırkının bir ölümsüzlük muhabbeti var. Tam olarak ölümsüz değiller, elfler de öldürülebilir fakat onların ölümü ile insanların ölümü bir değil elbette. Öncelikle, Legendarium içinde ruhu ve beden dualizminin nasıl açıklandığından bir bahsetmek gerek. Tolkien’in Legendarium’unda, ruhu ve bedeni sırasıyla fëa ve hröa diye ikiye ayırırız. Fëa, ruh demektir; Hröa ise beden. Hröa, fëa’nın içinde bulunduğu bir ev gibi tanımlanır; “ölüm” de böylece fëa’nın sürgüne yollanması gibi bir metaforla betimlenir. Elfler, ölüm karşısında insanlardan daha büyük bir direniş gösterebildikleri için onların hröar’ı, insanlarınkinden daha güçlüdür. Elfler yaşlılıktan veya hastalıktan ölmezler mesela, insanlar için ise bu kaçınılmazdır.

Diyorsunuz ki, Elder cezalandırılmadılar ve isyan edenler bile ölmüyorlar. Ölümsüzlük onlar için ne ödül ne de ceza, yalnızca varoluşlarının gereğidir. Onlar kaçamazlar, bu dünyaya bağlılar, ne kadar sürerse sürsün asla burayı terk edemezler.

J.R.R. Tolkien, Silmarillion, İthaki Yayınları, Çev:Berna Akkıyal

İnsanlar da elfler de öldüklerinde esasında aynı yere, Mandos’un Salonları’na gider. Lakin şunu da belirtmekte fayda var ki Elflerin ruhları, yani fëa’sı, hröa’sından ayrıldıktan sonra Arda ile bağlantısını tam olarak kopartamaz. Bir elfin fëa’sı önce Mandos’un Salonları’nda yargılanır, sonra da duruma göre ya bir nevi reenkarnasyon sonucu başka bir hröa’da can bulur (ki bu hröa, öncekinin her manada aynısı da olabilir) ya da Arda’nın sonuna kadar Mandos’un Salonları’nda kalmaya devam eder.

İnsanlarda ise bu durum çok daha farklı. Esasında, insanlar öldükten sonra başına gelecekler evrenin kaderini tasvir eden Müzik‘te yer almıyor, dolayısıyla insanların nihai kaderini bilen kimse yok. Onların fëa’sının Mandos’un Salonları’na gideceğini ise bazı elflerden duyuyoruz, orada da Eru’nun karşısına çıkacak olan bu ruhlara daha sonra neler oluyor bilmiyoruz. Elflerin ruhları, Arda’ya bağlı iken insanların ruhları yalnızca Arda’da misafirler yani. İnsanların hröa’sı da elflerinkine kıyasla bayağı bir güçsüz kalıyor haliyle.

Arwen Mourning, Aurora Wienhold

Eh, kulağa hiyerarşik gelmiyor mu bu sizce? Yani, elfler ölmüyorlar fakat insanları elbet ölüm karşılıyor. Elflerin ruhlarının sonsuza dek var olacağına dair bilgimiz var, müzikte var bu. Lakin insanların kaderine dair elimizde gerçekten hiçbir şey yok. Yani elfler kesinlikle ruhlarıyla var olmaya devam edecekler fakat insanların ruhlarının yok olması da ihtimal dahilinde. Bu haksızlık değil mi?

Aslında anlatmak istediğim şey de tam burada başlıyor. Tolkien, insanların ölümlülüğünü bize “Gift of Men”, yani “İnsanlığın Hediyesi” ismiyle vermiş. Evet, elfler tarafından insanların ölümlü olması onlara bahşedilen bir hediye olarak görülüyor.

Sizin, neredeyse hiç karışmadığınız insanların isyanı yüzünden cezalandırıldığınızı ve bu yüzden öldüğünüzü söylüyorsunuz. Ama bu ilk başta bir ceza olarak tasarlanmadı. Siz ölüm sayesinde alıp başınızı dünyadan kaçabiliyorsunuz, ona bağımlı değilsiniz, umutta da, utançta da. Böyle düşündüğümüzde hangimiz diğerine imrenmeli sizce?

J.R.R. Tolkien, Silmarillion, İthaki Yayınları, Çev:Berna Akkıyal

Ölüm bir hediye zira ölüm bir nevi kaçış, kurtuluş. Yaşam çok mu kötü de ondan kaçıyoruz peki? Bu sorunun cevabı, elfler için biraz farklı. Elfler, insanlardan çok daha farklı bir şekilde yaşlanıyor. Onlar insanlar gibi unutmuyorlar, insanlar gibi hatırlamıyorlar da. İnsanlar gibi yaşlanmadıklarını da söylemiştik ya hani, haliyle elflerin üzerinde Arda’da tecrübe ettikleri her şey bir yük gibi ağırlık yapıyor. Onların bilgelikleri de buradan geliyor, tecrübe ettikleri şeylerin insanların tecrübelerinden çok daha ağır ve yüce olmalarından esasında. Böyle bir yükün altından kalkabilmek için belli bir bilgelik seviyesine ulaşmış olmak lazım.

Aegnor in the Halls of Mandos, rennavedh (Deviantart)

Durum böyleyken elflerin ruhlarının Arda’dan kopamaması demek de onların bu yükü Arda’nın sonuna dek taşıyacak olmaları anlamına geliyor. İnsanlar içinse durum farklı. İnsanların ölmesi demek, o zamana kadar taşıdıkları bütün yükleri, hafiflemiş de olsa Arda’da bırakmaları demek. Legendarium ile herhangi bir bağlantısı olmasa da durumu çok iyi özetlediği için Darren Korb’ün Good Riddance şarkısından bir alıntı da bırakmak istiyorum: “Farewell, to all the earthly remains / No burdens, no heavy debts to be paid.”

Elfler buna imreniyor esasında. Yani insanların, elflerin ölümsüzlüğüne imrendiği kadar elfler de insanların ölümlülüğüne imreniyor. İnsan bir düşünmüyor değil, gerçekten ölümlü ve ölümsüz diye ikiye ayrılmış olsaydık birbirimize imrenir miydik? Ne diyorsunuz?

Ölümün bir “hediye” olarak görülmesi çok ilginç bir bakış açısı değil mi? Aslında bu Tolkien’in tamamen özgün bir yorumu değil. Hristiyanlık öncesinden beri var olan çok arkaik bir düşünce bu. Biliyorsunuzdur, Vikingler bile ölümü bir nevi hediye olarak görüyorlar. Valhalla’da Odin ile karşılıklı bira içip adam doğramak onlar için bir ütopya. Fakat Tolkien’in bakış açısının beni asıl etkileyen kısmı bu konseptten yürümüyor olması. Alışılageldik bir “öteki dünyada ödüllendirilme” konsepti yok onda. Öteki dünyanın kendisi bir ödül, dünyayı geride bırakmak da bir hediye. Ancak insanlar, belli bir bilgelik seviyesi ile üstesinden gelebileceği kadar ağır yüklerin altında ezilmek zorunda değil. Zamanı geldiğinde bunları üzerlerinden atabilecekler. Elfler o kadar şanslı değil.

Ne diyorsunuz? Bir seçim şansı sunulsaydı, siz ölümsüz olmayı tercih eder miydiniz?

Author

Batı Edebiyatları okur, kedi sever. Bir de buralarda yazıp çizer. @mightbeyagmur

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.