Burada çok fazla, hatta üzerinize afiyet biraz fazla da kaçırmış olabileceğimiz ölçüde bir “geek” tanımı yapıyoruz. Geekyapar bünyesindeki herkes için konuşamam, ama benim için; bu tanımın doğduğu spesifik bir an var. Geek’in ne olduğunu, ne olabileceğini; insanların bu konseptle ilgili neyi yanlış anladığını ve benim yıllardır doğru anladığım ama anlatamadığım şeyin hangi kelimelerle izah edilebileceğini doğuran bir an var.
Nick Hornby isimli muhteşem bir yazar var. Hiç herhangi bir işine denk geldiniz mi bilmiyorum. Ama İngiliz yazar, varoluşu itibariyle Geekyapar’ı olumlayan bir insan. Yazdığı kitaplar, genelde geek olmanın hayat buhranlarını ele alıyor; adını bu şekilde koymasalar da. Özellikle de iki kitap. Birincisi, kafasında devamlı listeler oluşturarak gezen bir müzik geek’inin sıkışmışlığını anlatan High Fidelity / Yüksek Sadakat, ikincisi ise futbol geek’liğini kaleme aldığı otobiyografik eseri Fever Pitch / Futbol Ateşi. Bağış Erten imzalı muazzam bir çevirisi de vardır, okumanızı öneririm.
Kendisi bu arada aynı zamanda senaryolar da yazıyor. Senaryosunu yazdığı filmlerden biri de Fever Pitch’in ta kendisi. Fakat kitaptan baya bir değişiklik yapıyor. Kitap, Hornby’nin hayatını; Arsenal’in 18 senelik şampiyonluk özlemi üzerinden mektuplarla anlatırken; film başka bir karakteri konu alıyor. Ama temelde aynı şey oturuyor: O 18 senelik şampiyonluk özlemi, birinin buna olan odaklanması, tutkuyla bağlanması ve o tutkunun yaşamına olan izdüşümü. Ve o filmde, bir diyalog var. O diyalog ki; şu günde bana fena hâlde anlamlı geliyor, evet, ama her gün ve her saatte şu sayfalarda bulunan hepimize anlamlı gelecektir diye düşünüyorum.
Diyalog, şampiyonluk yolunda Arsenal’in maç kaybetmesinin ardından, karısının Paul Ashworth karakterini “sadece bir maç” diyerek teskin etmeye çalışmasıyla patlak veriyor. Hiç “sadece bir çizgi roman / film / oyun / dizi” bu diye teskin edilmeye çalışılırken, patlamak istediğiniz oldu mu? Ashworth hepimizin adına patlıyor. Şöyle yaşanıyor diyalog.
Sarah: Paul, bu sadece bir maç!
Paul: BUNU DEME! Bu bir insanın söyleyebileceği en kötü, en aptalca şey. Çünkü çok belli ki bu “sadece bir maç” değil. Yani öyle olsa, hakikaten, bu kadar umursar mıydım sence? Ha? On sekiz yıl! On-sekiz yıl! Sen on sekziz yıl önce ne istediğini biliyor musun? Ya da on? Beş? Kuzey Londra okulunda sınıf birincisi mi olmak istiyordun? Sanmam. Herhangi bir şeyi bu kadar uzun süre istediğini sanmam. Ve eğer bu kadar uzun süre bir şeyi isteseydin, sonra üç ay boyunca da “en sonunda, EN SONUNDA istediğim oluyor” diye düşünseydin, ve bu senden alınsaydı bir anda… Yani ne olduğu umurumda değil, araba, iş, Oscar, bebek… O zaman bu gece nasıl hissettiğimi anlardın. Ama öyle bir şey yok, ve sen anlamıyorsun. O yüzden…
Sarah: O yüzden, o yüzden ne? O yüzden “siktir git, eve git, beni yalnız bırak” mı? Sana bir şey diyeyim mi Paul, benim on sekiz yıldır istediğim hiçbir şey yok, çünkü çocuktum on sekiz yıl önce. Eğer hâlâ aynı şeyleri istiyor olsaydım, bir yerlerde bir şeylerin yanlış gittiğini düşünürdüm, çünkü ben gerçekten de David Cassidy ile evlenmek istemiyorum, daha büyük memeler istemiyorum, sınavlarımda daha iyi not almak istemiyorum. Bu tip şeylere endişelenmeyi bıraktım. Belki sen de denemelisin.
Paul: Öyleyse belki de bir noktada senin içinde büyük bir şey kaybolmuştur bir yerlerde. Belki de herkes hep istediği bir şeyleri istemelidir.
Bu yazı ve bu alıntı da hep istediği şeyleri isteyen tüm geek’lere gelsin o zaman…