Film, Bruno’nun babasının temizlikçi olarak işe girmesiyle başlar. Üstündeki üniformaya, rütbeye, haç şekilli nişana, kafasındaki kurukafaya aldanmayın, o adam basit bir temizlikçidir. Temizliği daha büyük çaplıdır ama eninde sonunda yaptığı tek şey, duvardan leke kazır gibi bir ırkı ülkesinden silmektir. Asker postalının üzerine yapışmış pisliği tek hamlesiyle söküp atar, pis bir yara bandını söker gibi çıkarır ülkesinden kirleri. Pek de onurludur, tanrı rolünü oynuyor gibi de değildir hani, tek yaptığı ülkesine, Motherland’ine biraz kalite getirmektir, insan standardını yükseltiyordur o. Haklı ve doğru olduğundan müthiş emin bir biçimde, omuzları ve başı dik; ailesiyle birlikte görev yerine yola koyulur. İşi ile ilgili tek sıkıntısı, kendisi “canavar”larla savaşırken ve kahramancılık oynarken çocuklarının “canavar”lardan etkilenmesidir o kadar.

Endişesinde haklıdır belki de. Bruno, arka bahçesinin kapısını açıp kendisine benzeyen, hatta hiçbir farkı olmayan bir çocuğu, büyük bir sefalet içinde gördüğünde kendi ölümünü çoktan yazmıştı çünkü. Aynı keşif, biz günümüz insanlarının tarih kitabını açıp rahatsız edici şeyler görmemize de çok benzer aslında, mükemmel bir metafordur, yanlış düzenleri fark eden insanlar için. Aradaki fark Bruno’nun durumu kavrayamamasıdır ya da ona söylenen yalanlarla bağdaşmayan imgeleri, kendi zihninde o yalanlara uydurmaya çalışması. Oysa tarih dersinde gördüğümüz, bir duvara yansıtılan veya kitaptan okutulan satırlar bizim için çok gerçektir, tüylerimizi diken diken yapsa bile. Oysa çizgili pijamalı çocuğu ilk gördüğünde Bruno’nun tek düşünebildiği şey, dikenli teller ardındaki yaşıtının kendisinden daha çok arkadaşa sahip olmasıydı. Elbette onun yaşındaki bir çocuğun verebileceği doğal bir tepki bu.

Küçük çocukların, insanların, sırf doğdukları aile yüzünden belli binalara kapatılıp insafsızca çalıştırıldıklarını, ardından da sistemli biçimde öldürüldüklerini hayal etmesi Bruno için imkansız çünkü. Yine de bir şeylerin ters olduğunu sezebiliyor, insanlar yine de garip davranıyor, acı çekiyorlar sanki, üzgün gibiler; belki babası düşündüğü kadar iyi biri değildir. Oysa her çocuğun kafasında kahramandır babalar. Pijama giyen arkadaşı, babası ile gurur duyduğunu ne kadar rahatça söyleyebiliyordu oysa.

Zengin çocukları olarak, babasının mesleği de düşünülünce, Bruno ve Gretel hiç propaganda görmüş çocuklar değil. Propaganda alt sınıflara yapılır bir kere! Ne siyasetle işleri olmuş, ne de savaş konusunda bir bildikleri var. İlk önce fakir çocukları askere gitmez mi zaten? Sert gerçeklerle karşılaşacak biri varsa alt sınıflardır onlar. Alt sınıfları aynı sert gerçekliğin içine sistemli bir biçimde sokan beyefendilerin çocukları biraz cahil olur. Ama savaşın hararetlenmesiyle birlikte bu durum değişiyor, üst kademelere bile ulaşıyor propaganda. Artık Gretel, Führer’in posterlerini asıyor duvarına, büyük kız oldu çünkü, cephedeki cesur -ve yakışıklı- askerlerin hikâyelerini dinliyor. Oysa Bruno hâlâ küçük; savaşmış, ülkesiymiş, pek sıkıcı konular bunlar. Kendisi sallanmak ve yaşıtı bir çocukla top oynamak istiyor; aradığını da buluyor bulmasına ama tek sıkıntı, arkadaşlarına ve top oynama isteğine bile savaşın sıçramış olması. Kendisi bu “yetişkin” dünyasına Gretel’den farklı bir yoldan girecek böylece.

Başta tek düşündüğü, karşısındakinin ondan daha çok arkadaşa sahip olduğu olacak. Sonra iyice bir bakınca arkadaşına, çok zayıf görünüyor diye düşünecek. Çok kirli, çok hasta olduğunu fark edecek belki, ama hâlâ bir anlam veremiyor bu duruma. Neyse, bir sandviç hazırlayabilir ona. Bu sırada babasının pek iyi biri olmadığına kanaat getirecek; annesinin babasıyla sürekli tartışması, anneannesinin toplama kampına yakın evlerine gelmeye bile tiksinmesi, hepsi bir noktaya bağlanıyor gibi. Ama hayır, kapı eşiğinden izlediği tek bir propaganda videosu yetecek fikirlerinin değişmesine. Film boyu tırmanan “Acaba?” sorusu sönecek. Artık babasının kötü bir şey yapmadığından emin, gidip ona sarılabilir. Ama asıl soru, bizim günlük hayatımızda kaç tane propaganda filmi izleyip rahat bir nefes aldığımız tabii. “Ne olacak canım, yatacak yer, yiyecek aş, çalışacak iş veriyoruz ya!” deyip gönlümüzü ferahlattığımız oluyor mu, Bruno gibi, 1945’teki Almanya halkı gibi?

Böylece Bruno, ölümüne giden yolda ilerlemeye devam ediyor; alt tarafı arkadaşının babasını bulmasına yardım edecek, ne ters gidebilir ki? Kampa girecek, taşların üzerinden sekecek, tıpkı babasının filminde gösterildiği gibi! Duşa girilecek günün bugün olduğunu nereden bilebilirdi ki? Büyük ihtimalle Yahudilerin pis olmasından ötürü yapılan bir uygulamadır derler sorsanız 1942’de Berlin’deki bir Alman’a. Keşke öyle olsaydı der, modern bir tarihçi.

Kendi çocuğu olduğundan mı yoksa Alman ırkından bir kayıp yaşandığından mı gözyaşı döker babası, merak ederim. Çünkü ölen aynı yaşta başka çocuklar olduğunda, hem de kendisinin elinden, gözünü bile kırpmıyordu. Oysa doktor olan ama mesleği dahi elinden alınmış yaşlı bir adam, Bruno’nun yarasını tereddüt etmeden sarabiliyordu, başının derde gireceğini bilse bile. Tabii ki bir taraf her şeye rağmen sempati duyar, öbür tarafta merhametin “m”si yoktur. Bu da çok uzun sürmez gerçi, zulüm görenler yeni zalimlere döner; hep böyle olur ve bu çark hep aynı biçimde döner. Zulüm görenler devrim yaparlar diyelim, sıradaki devrim de onların zulmettiklerinden gelmez mi? Peki ya sonra? İşler nereye kadar ilerler? 1944’ten 1984’e uzanan bir hikâye olmasın bu?

Kimse devrimi korumak için diktatörlük kurmaz, diktatörlük kurmak için devrim yapar.

-1984
Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.