Cumartesi günü, gidebildiğim neredeyse en erken saatte kendimi en yakın sinema salonuna attım. Noah, uzun zamandır görmek istediğim, merakımı çok fazla kaşıyan filmlerden biriydi. Küçüklüğümden beri dini hikayelere, özellikle de İncil’de anlatılan ve okuduğumuz, oynadığımız, izlediğimiz neredeyse tüm fantastik eserlere kaynak olan öykülere olan ilgim, gelmiş geçmiş en sevdiğim, en saydı duyduğum yönetmenle, Darren Aronofksy‘yle birleşecekti. Dürüst olmak gerekirse en iç ferahlığıyla aldığım sinema bileti oldu. Kaybetme şansım yok gibi gözüküyordu.

Evveliyatla şunu söylemek gerek, içerisinde Habil ve Kabil‘in bulunduğu, Şeytan‘ın çok ilginç ve karmaşık bir karakter olarak yansıtıldığı, Eyüp gibi Yaratıcı’nın karakterinin inanması güç işaretler verdiği, Lut Kavmi, Sodom ve Gomorra gibi korkunç hikayelerin olduğu İncil’in içerisindeki belki de en zayıf olan öykü Nuh’unki. O yüzden her ne kadar Aronofsky’nin bunu alıp, bambaşka bir şeye dönüştürmesi konusundaki inancım tam olsa da, kaynak materyalin yine de üzerine çok sağlam binalar kurulamayacak bir temel oluşturduğunu düşünerek girdim filme. Nuh’un bir karakter olarak -tamamen edebi bakıldığında- en ilginç yanı, tufandan sonra kendini içkiye vurduğu andır. Bu sarhoşluğunda oğlu Hem‘i lanetler ve İncil’de şarap içip, kafa bulandıran etkilerini keşfeden ilk kişi olarak tasvir edilir.

Noah 1

Aronosfky meseleyi bu ucundan tutmuş. Nuh‘un psikolojide sıklıkla “hayatta kalanın suçluluk hissi” olarak tanımlanan hissiyata yaklaştırmış. İncil bazlı bir hikayeden ne derece spoiler olur bilmiyorum ama, ben yine de çok detaya girmeden anlatayım, Aronosfky Nuh‘un bir gemi yapıp, içerisine insanlar yerine hayvanları alması –ki İslam’da 79 inananı da alır, Hıristiyan inancında sadece ailesi vardır– psikolojik olarak onda nasıl bir tahribat yaratır onu inceliyor. Bu inceleme sırasında, bir yandan tufan’ın -ve dolayısıyla Yaratıcı’nın- niyetini sorguluyor, öte yandan da insanlığın bu dünyadaki yerini belirliyor.

Bu iki önemli nokta, Noah‘yı özünde çevreci bir film yapıyor. Tufan’ı böyle anlatmak, belki de ilk akla gelen şey ve dürüst olmak gerekirse bazı noktalarda (özellikle de Tubal-Cain’in bir takım sözlerinde) bu biraz zorlama bir mesaj gibi çıkıyor. Nuh henüz filmin başında insanlığın doğanın bir parçası olduğunu ve dengesini bozmaması gerektiğini savunurken, insan ırkının çoğu doğanın kendilerine hizmet ettiği kanaatinde.

Noah 2

Ama Noah‘nın en önemli mesajı masumiyet üzerinden gerçekleşiyor. İncil sık sık masumiyetin kaybını elmanın ısırılışı olarak aktarır. Bu da bilinç kazanmanın, iyi ve kötünün farkında olmanın bir alegorisidir. Noah uzun süre bu prensiple ilerliyor, hem film, hem de Nuh’un kendisi. Yaratıcı’nın hükmünden çıkmamış olmak, sadece içgüdüsel hareket etmekle mümkün olabilir şeklindeki dini kanaat, Nuh’un sık sık hayvanları “masum” sıfatıyla tanımlaması ile filmde yineleniyor. Özgür irade, bencilliğe, şehvete, yıkıma yol açıyor. Bu yıkım da, dünyayı mahvediyor, ölüm getiriyor.

Noah masumiyeti böyle tanımlamaya, çok kritik bir ana kadar devam ediyor. O kritik an da, Şem ve İla‘nın çocuklarının doğumu. Yine spoiler vermemek adına, çok fazla detaya girmemek gerek fakat şunu da belirtmek lazım: Bir noktada Nuh, o çocuklara baktığında, içinin sadece sevgiyle dolduğunu söylüyor. Onların kaderini gemininin dışında bıraktıklarıyla aynı şekilde yargılayamıyor. İşte o zaman Aronofsky‘nin asıl tavrını anlıyorsunuz. Biz masumiyetimizi elmayı ısırdığımızda kaybetmiş olabiliriz, ama bu sadece yaptıklarımızdan sorumlu olduğumuzu gösterir. Özgür irade, sadece yıkım anlamında değildir, sevebilmek anlamına da gelir.

Noah bütün bunları muhteşem, yer yer adeta reklam filmi kadar parlak, bazı anlarda ise delicesine sürreal görsellerle pekiştiriyor. Uzun zamandır sinemada izlediğim en etkileyici görselliğe sahip filmlerden biriydi, özellikle de efektler konusunda. Konu özel efekte geldi mi işin piri olan Industrial Light & Magic “yaptığımız en karmaşık iş” dediyse zaten bana pek fazla laf düşmez, fakat tufan anlarında ve hayvanların gelişlerinde sizin de tüyleriniz diken diken olacak, uyarmadı demeyin.

Noah 4

Oyunculuklar, yer yer çok fazla hâle gelebiliyor. Russell Crowe, tek kelimeyle kusursuz bir performans sergilediğinden herhangi bir eleştiriden muaf, Ray Winstone da genel olarak Crowe’un performansına denk bir seyirlik sunabilmiş. Fakat Jennifer Connelly yine kurtarsa da, Emma Watson başta olmak üzere Nuh’un ailesinin diğer bireyleri tam manasıyla abartı oyunculuk dersleri veriyorlar. Arada bir Anthony Hopkins çıkıp, reislik yapıyor, ama zaten Hopkins çıkıp reislik yapan bir insan. Filmin Crowe ve Winstone dışındaki en muhteşem performansı günahkar melek Samyaza’yı seslendiren Nick Nolte’den gelmiş. Zaten Grigorileri, yani gözcüleri filmde muhteşem tasvir etmiş Aronofsky. Onların da içinde bulunduğu her sahne genel olarak tüylerinizi diken diken etmeye oynuyor.

Filmin genel hissiyatı bu aslında, tüylerinizin diken diken olması. Aronofksy daha önce bağımlılığı ele aldı, ölüm korkusunu, takıntıyı, kaybetmeyi. Ama hiçbir zaman bu kadar “epik” bir yorum katmamıştı. Yanlış olmasın, Noah Aronofksy’nin en kötü filmi. Ama bu Aronofksy’nin en kötü filminin de otomatikman epiklik bakımından diğer tüm filmlerden bir iki boy üstte olacağı gerçeğini değiştirmiyor. Noah‘yı tercihen sinemada, olmazsa da çıktığında büyük ekran televizyonda izleyin. Epiklik konusunda dediklerime o zaman katılacaksınız.

Author

Geekyapar'ın yazı işleri şövalyesi. Uluslararası İlişkiler okudu, okula girmeden önce yaptığı işi yapıyor. Küçükken "Büyüyünce ne olmak istiyorsun?" diyenlere yazar diyordu. Tüm internette bulmak için: @acyberexile.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.