Dün, eğer Netflix ile anlaşılmasaydı haberimin bile olmayacağı bir film izledim. Filmin adı The Platform, özgün adıyla El hoyo. (Eğer izlemediyseniz hemen izleyip bu yazıya geri dönün, eğer hâlâ izlemediyseniz Parasite’ı da izleyin lütfen.) Film, çok katlı bir hapishanede geçiyor, can alıcı nokta ise şu: Tek bir masa, en üst kattan başlayarak aşağı doğru servis edilmek suretiyle bütün hücreleri geziyor. Yani her kat, bir üst katın artıklarıyla besleniyor.
Bu film, apaçık, -bazılarının eleştireceği kadar açık- metaforları ile sınıf farkını anlatan bir film olarak doğrudan Parasite’ı getiriyor akla. “Sınıf farkını eleştireceğim şimdi!” diye bağırıyor adeta. Parasite da The Platform da bana çok şey düşündürdü. Belki de hissettirdi, bilmiyorum. Ama bu iki filmi toplayınca aşağı yukarı beş çıkarım yaptım.
Güç kadar, güçsüzlük de yozlaştırır.
Yoksulluk ve sefalet insana çok şey yapıyor. Bertolt Brecht‘in ağzıyla konuşuyorum: Bu dünyada rahat yaşamak için şart insana insanlıktan çıkmak. Çünkü yiyecek yemek bulamamanın karşılığı şu: Bütün büyük devletler toplanıp yaşama hakkı diye bir madde içeren belgeyi imzalıyor ama nasıl yaşayacağını gerçekte hiç umursamıyorlar. Evet, malikanenin sahibi olmak, belki de hapishanenin üst katlarında yaşamak insanı yozlaştırıyor. Ama insan hayatta kalmak için çalışıyorsa elleri kesinlikle daha fazla kana batar. Üsttekilerin de kanlı işler yaptığı ya da en azından sebep olduğu kesin ama onların kendileri için ellerini kirletecek başka insanları, beyaz gömleklerini yıkayıp ütüleyecek paraları var.
Eninde sonunda, hayatta kalıp kalmayacağınızı bilemiyorsanız bütün bir aileyi kandırıp türlü yollarla çalışanların işini elinden alabilirsiniz, alacak duruma gelmeniz, alçakça davranmanız neden şaşırtır? Alt katlara indikçe karanlıklaşan bir dünya var ve çok doğal değil mi? Neden insanları kendi karanlıklarına bırakıp kötüleştiklerinde şaşırıyoruz?
Semboller anlamsızlaşabiliyor.
İsminizi ya da herhangi bir kelimeyi çok fazla tekrar ederseniz anlamsızlaşıyor ya, aynen o şekilde davalar da anlamsızlaşıyor. Sloganlar tekrar edilince içleri boşalabiliyor, göğsünüzün üstünde gururla taşıdığınız semboller anlamını kaybettiyse bir değeri kalmıyor. O yüzden tıpkı The Platform’daki gibi aç bir çocuk gördüğünüz anda sizin sembolünüz olacak o müthiş Panna Cotta’nızı feda edin. Önemli olan karın doyurmaksa, sembolünüzün kenarda beklemesinin bir anlamı yok zaten. Bir bakarsınız yeni nesiller sizin sembolünüz olmuş.
Kabulleniş
Parasite’taki gibi bodrumda yaşıyorsanız, evinizi lağım basıyorsa kabullenmemeniz lazım. Hele başkasının malikanesinin bodrumunda habersiz yaşıyor, alacaklılardan saklanıyor, üstünüzdeki mal sahibini tanrı olarak görüyorsanız, işte buna dur demek lazım. Eğer üsttekilerden size yemek ulaşmayacağını düşünüyorsanız buna dur demeniz lazım. Hemen kabullenip uyum sağlamayın.
Evet, insan her şeye dayanıyor ve alışıyor. “Beni kuru bir ağaç kovuğunda yaşamaya zorlasalardı da gökyüzüne bakmaktan başka bir işim olmasaydı, yavaş yavaş buna da alışır giderdim” diyor Albert Camus ve “Dayanılmaz olan tek şey hiçbir şeyin dayanılmaz olmamasıdır” demiş Arthur Rimbaud. Her şeye alışıyor insan, sonra da alt kattakilerle konuşmayı bile kesiyor, hem de yarın alt katta kendisinin olabileceği fikrini unutarak. Kendisi altta iken de üsttekiler onu hor görür zaten, ne olacak? Hemen kanıksandı sınıf ayrımı. Ama bu kadar kanıksayıcı olmamamız gerekiyor. Peki neden bu kadar dayanıklı ve sabırlıyız? Hem de yanlış şeylere karşı.
Bir gün yukarı çıkmanın hayali.
Bunun cevabı umut gibi geliyor bana. Hayır, umut yanlış bir şey değil. Ama bir gün çok iyi şartlara erişeceğinizi düşündüğünüz için bugün kötülüklere göz yummamalısınız. Dayanma gücünü veren umut, bazen dayanmamamız gereken şeyleri de sakin karşılamamızı sağlıyor. Ama bazen öfkelenmek, itiraz etmek gerekiyor. Hatta ve hatta, sadece kendin için değil, başkaları için de.
Ama eninde sonunda hepimiz okul okuyup, hemen iş bulup güzel bir ev alıp babamızı bodrumdan çıkarma hayali kuruyoruz. Mümkün olmasa bile. Eğer çok çalışırsak neden istediğimiz her şeye ulaşmayalım? Bunu düşünenler taştan ekmek çıkaran madencileri, yürüyen bandın üzerinde saatlerce ürün kutulayan insanları, yine başka bir bodrumda saatlerce çalışan konfeksiyon işçilerini unutuyor olsa gerek çünkü onlar, çoğumuzdan çok daha fazla çalışıyorlar.
Google, Facebook ya da Microsoft gibi müthiş başarı hikâyeleri hepimizin kaderi değil zaten sermaye olmadan bir işe başlamak da pek mümkün durmuyor. Yanlış hatırlamıyorsam John Steinbeck Amerika’daki insanların -özellikle işçi sınıfının- kendilerini proletarya olarak değil, şimdilik dara düşmüş milyonerler olarak gördüğünü söylüyordu ki bence müthiş bir gözlem.
Aslında her şey yeterli.
The Platform’da, sessiz bir sahne var, onca vahşetin arasında dikkat çekmeyebilir. ”Mutfak”ta, en tepede minik bir kriz yaşanıyor, sadece yemekten saç çıktığı için. Yani yukarıdan gönderilen masa, kusursuz. Herkesin sevdiği en az bir yemeğin olduğu, fazlasıyla dolu, kusursuz bir öğünden bahsediyoruz. Kaynaklar yeterli. Kimsenin ölmesi için bir sebep yok. Ama yine de açlıktan ölen insanlar var.
Arcade Fire’dan şu sözler aklıma geliyor “Born in the diamond mine, it’s all around you but you can’t touch it!”. Dünyanın en zengin dönemlerinden birinde yaşayıp onlardan hiç nasiplenememek… Hani basit bir oran orantı yapılır ya, dünya nüfusunun yüzde biri kaynakların yüzde doksan dokuzunu kullanıyorken yüzde doksan dokuzu yüzde birini kullanıyor denir. Muhtemelen doğru değildir bu, ama gerçeğe yakın olduğu söylenemez mi? Yukarıda insanların doyduğunu biliyorsun ama sana yetişmeyecek o yemek. Tek yapılması gereken doğru paylaştırmaktı kaynakları. Peki nasıl adil ve doğru paylaştırılır kaynaklar? İnanın hiçbir fikrim yok. Ama benimle sokakta köpeği ve yorganıyla yatan adamı ayıran tek şeyin bir doğum rastlantısı olduğunu biliyorum. Hangi evde doğduğumuzu seçemiyoruz.
Doğduğumuz evden bahsetmişken, yazıyı bitirmeden önce son bir şey söylemek istiyorum. Benim cevabını bilmediğim bu soru ve adil toplum hakkında Jon Rawls’ın bir fikri var. Ona göre toplumdaki yasaları belirleyecek olan bir kurul olmalı. Bu kural koyucular her şeyi enine boyuma tartışmalı, ülkedeki her şeyi düzenlemeliler. Fikir birliği sağlandığı anda da herkes ölmeli. Çünkü tekrar dirilecekler ve kim olacaklarıyla ilgili hiçbir fikirleri yok. Buradan çıkan sonuç ne? İnsan kendini düşünür. Peki yarın herkes olma ihtimali varsa? O zaman herkesi düşünür. Bu kişi sonraki gün uyandığında kadın da olabilir, öyleyse kadın haklarını korumak zorunda. Sonraki gün uyandığında erkek de olabilir, o zaman erkek haklarını da korumak zorunda. Yarının ne getireceği belli değil; etnik köken, din, ırk, cinsiyet, sınıf, aklınıza gelebilecek herhangi özellik olabilir bu. Yasalar herkesi tamamıyla gözetecek şekilde tasarlandı bir kere.
The Platform’da uyanan insanlar da bir sonraki gün herhangi bir katta uyanabileceklerini düşünüp ona göre hareket etmeliler. Oysa onlar bugünü düşünüp ne alırsam kârdır diyorlar, beyhude bir fikir. Oysa Jon Rawls’ın düşünce deneyinde yasaların koyulduğu gün kâr etmek imkânsız. Sadece geleceği düşünerek hareket edebilirler, ceplerini doldurup topuklayan politikacılar yok burada. The Platform’da ise defalarca tekrarlayan bir süreç var ve avantajlı çıktı mı -yani üst katlara yerleşti mi- insan, koca bir ay boyunca bencil olma hakkına sahip. Birileri elinde sopayla katları dolaşmadı mı kimsenin başkasını düşünme eğilimi yok. Oysa başkasını düşünerek kendilerini kurtarabileceklerini bilmiyorlar.
Siz ne diyorsunuz? Jon Rawls haklı mı? Sizce The Platform nasıl bir film?
2 Comments
Az önce platformu izledim facebooka gireyim dedim ve bu gönderi ile karşılaştım hoş oldu. Hayatı zor ya da kolay yapacak olan her şey insanların kendileri…
Communist ManiFEASTo