Animasyon ile gerçek hayat arasındaki sınır, hiç olmadığı kadar esnek ve belirgin. Önceki yazılarımda da bahsettim, son on yıldır patlama yaşayan live-action uyarlama filmlerde bu esnekliğin payını bolca gördük. Artık gerçeklikle istediğimiz gibi oynayabilir hale geldik; tamamen animasyon bir filmi gerçek gibi göstermekten tutun da gerçek aktörleri animasyon karakterlere dönüştürme normal karşılanıyor. Animasyon sanatı, yavaşça kendi düzleminden çıkıp gerçekliği destekleyen bir konuma geldi.
Her ne kadar günümüzde hızlı bir artış gösterse de animasyon düzleminin gerçek hayatla buluşması sinemada yeni bir soluk sayılmaz. Animasyon, hem teknolojik hem de kavramsal anlamda sürekli gelişen ve değişen bir film dalı. İlk animasyon film seyirciyle buluştuğu andan beri film yapımcıları animasyonu kullanmanın yaratıcı yollarını arayıp durdular. Bunlardan bir tanesi de son on yılda nadir gördüğümüz, live action ve animasyonun birleştiği türden filmler. Bugün alışık olduğumuz filmlerin aksine çizgi ve gerçek dünyanın belirgin biçimde ayrılması, hem live action hem de animasyon film kategorisi için çığır açan bir gelişme olarak kalmaz, aynı zamanda yeni bir alt film türü oluşmasını sağlar. Geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz efsanevi animatör, Roger Rabbit’in animatörü Richard Williams’ın anısına bu hafta live-action ve animasyonları birleştiren filmleri konuşalım.
Ve Blackton İlk Animasyon Filmi Yarattı!
Animasyonun gerçek hayata taşması aslında animasyonun kendisi kadar eski. İlk animasyon sekansı 1900’de çıkan The Enchanted Drawing olarak kabul edilir. Animasyonun babası sayılsa yeri olan J. Stuart Blackton, kamera karşısında boş bir kağıda bir yüz ve şarap şişesi, bardak gibi birkaç obje çizer. Stop-motion, yani aralıklarla fotoğraf çekilerek hareket yaratma tekniği sayesinde, Blackton çizimleri ile etkileşime geçtiği illüzyonunu yaratır. Thomas Edison tarafından finansal olarak desteklenen, toplamda iki dakika süren bu kısa film, animasyonun başlangıcı sayılır. Anlayacağınız animasyon, yaratıldığı andan beri gerçek hayatla etkileşim halinde.
Çizgi Dünya, Beyaz Perdeyle Buluşuyor
The Enchanted Drawing’i bir çok kısa hibrid film takip etti. Betty Boop ve Popeye’ın yaratıcısı Max Fleischer, Out of The Inkwell’de çizimleriyle etkileşime geçerken Walt Disney ise Alice in Wonderland ile gerçek bir oyuncuyu animasyon dünyasına yerleştirdi. 1936 yılında Disney’in ilk uzun metrajlı animasyon filmi beyaz perdeye taşımasıyla animasyon ana akım sinemaya taşındı. Bu sayede uzun metrajlı hibrid filmlerin de önü açılmış oldu. 1940’lı yıllarda çıkan Anchors Aweigh, Three Caballeros ve Song of the South filmleri ile live-action/animasyon hibridi filmler beyaz perdeye taşındı.
Bu iki, birbirinden tamamen farklı film tekniğinin bir araya gelmesi zor olduğundan bu alandaki ilk filmlerde canlı ve animasyon karakterlerin etkileşimleri sınırlıydı. Özellikle müzikal ögelerde sıkça bir arada bulunan farklı dünya karakterleri, müzik ve dans ile fiziksel uyumsuzluklarını örtbas etmeyi başardılar. Zaten bu iki dünyayı birleştirme fikri yeniydi, karakterlerin temasının sınırlı olması kimseyi rahatsız edecek bir detay değildi. Uyumsuz gözüken her detay, bu dünyaların ne kadar farklı olduğunu vurgulayıcı nitelikteydi -ki filmlere animasyon eklenmesinin amacı tam da buydu. Karakterler genellikle başka bir dünyaya adım atarlardı, iki film tekniği arasındaki geçiş de böyle açıklanırdı.
Çizgi Dünyadan Ziyaretçilerimiz Var
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde ise live action/animasyon hibridi filmler yön değiştiriyor. Yukarıda bahsettiğim filmlerde iki farklı dünya arasındaki geçiş, karakterlerin birbirlerinin dünyasına seyahat etmesiyle gerçekleşiyordu. Genel olarak insanlar çizgi dünyaya seyahat ediyorlardı, böylece hem dekordan tasarruf ediliyordu hem de hikaye anlatımı olarak biraz daha masalsı bir çizgide yürünüyordu. 1970’lerden itibaren çıkan yeni filmlerde ise iki farklı dünya hiç olmadığı kadar iç içe, hatta bazı filmlerde animasyon karakterler ile insanlar aynı dünyanın birer parçası durumunda. 1988 yapımı Who Framed Roger Rabbit?, bu bahsettiğim hikaye anlatım tarzının bugün hala en başarılı örneği.
1940’lar film noir detektiflik hikayesi ile aynı dönemin Hollywood’unu birleştiren Who Framed Roger Rabbit? filminin çizgi karakterleri bizim dünyamızda yaşıyorlar. Bu da beraberinde yeni bir zorluk getiriyor: Live-action sahnelerde animasyon efektleri yaratmak. Mary Poppins örneğine baktığımızda sadece karakterlerin hareketleri animasyonla uyumluydu, çünkü zaten insan karakterler çizgi dünyasına geçiş yapıyorlardı. Tam tersinin gerçekleştiği durumda bizim dünyamız animasyona tepki göstermeliydi, ki tahmin edeceğiniz gibi tepki çizmek ile fiziksel olarak yaratmak arasında büyük bir fark var. İki farklı film tekniğini birleştirmek için ilk önce live action sahneler çekiliyor, üstüne animasyon ekleniyor.
Live action sahneler çekilirken üzerine animasyon ekleneceği için pratik efektler kullanılarak, çizilecek aksiyonun sonuçları da önceden gerçek dünyada yaratılıyor. Duvar kırılacaksa kırılıyor, insan ittirilecekse ittiriliyor. Ancak filmin en etkileyici yanı bu değil. Who Framed Roger Rabbit?, saydığım bütün bu efektleri ve daha fazlasını animasyon için live action filmin yönetmenlik anlayışından ödün vermeden başarıyor. Yönetmen Robert Zemeckis ve animatör Richard Williams’ın ortak başarısı olan bu karar sayesinde hareketli kamera ile yapılan çekimler ve ışıklandırmalar, Looney Tunes tadındaki çizgi karakterleri dünyamıza daha uyumlu hale getirdi. Who Framed Roger Rabbit?, kendinden sonra gelen birçok filme de ilham olmayı başarmış bir yapım.
Looney Tunes demişken, bu yazıda Space Jam’den bahsetmemek film tarihine ve kendi neslime bir hakaret olurdu. Space Jam, Looney Tunes geleneğindeki karakterlerin abartılı fiziksel komedisini bizim gerçekliğimizle birleştirmekle kalmıyor, bu absürtlüğü insan karakterlere de taşıyor. Michael Jordan’ın aşırı uzayan koluyla attığı basketi hatırlamayan yoktur sanırım. Sevdiğimiz çizgi karakterleri hep bir arada ve bizim yanımızda görmek, onların çizgi karakter süper güçlerini canlı insanların kullanması, bu filmin birçok kişi tarafından sevilmesine neden oldu. Geriye dönüp bakınca bugün karşılaştığımız birçok live action uyarlamanın da kaynağı aynı başarıyı yakalamak değil mi?
Gerçek Hayata Kısmen Dönüş
2010’lara geldiğimizde live-action/animasyon filmler boyut değiştirip bugün bildiğimiz noktaya geliyor. Üç boyutlu animasyonun gelişiyle ve CGI sayesinde çizgi karakterleri gerçekçi yapmak mümkün. Bu yüzden de artık “animasyon” karakterler geride kaldı, onun yerine “bizden farklı gözüken” karakterler geldi. The Smurfs filminde Şirinler kendi dünyalarından çıkıp bizimkine yolculuk ediyorlar, bu pekala çizgi kahramanlar göstermek için uygun bir başlangıç. Ancak film bunu tercih etmiyor, onun yerine bizim kadar gerçek fakat bizden farklı canlılar ile iletişim halindeyiz. Çizgi vs CGI tartışmasına girmek değil amacım, ikisinin kullanım amaçları tamamen farklı. Ancak yeri gelse bile öncelikli bir film yapım tekniği olan animasyonun, live-action animasyon hibridlerindeki rolü artarken görünürlüğü eşit derecede giderek azalıyor. The Lego Movie herhalde son on yılda animasyon ve live action filmleri, iki farklı dünyayı başarılı ve derin bir anlam katarak birleştirebilen nadir filmlerden.
Animasyonu gerçek hayatla kıyaslayınca daha serbest bir platform olduğu aşikar. Live-action/animasyon hibrid filmleri bu konstrastı yakalamak için birebirler. Günümüz gişe filmleri sinemasında yandan gerçekliğin sınırlarını genişletirken bir yandan da kendi özgürlüğü sizce de kısatlanmıyor mu?