Uzun zaman önce çok uzak bir galakside, binlerce yıllık bir Cumhuriyet’in düşüşünden sonra kurulan faşist ve totaliter bir İmparatorluk’un ikinci adamının giriş müziği. Siyah pelerinli karakterin ölçülü ve öfkeli adımlarından güç bulan bir trombon. Coğrafi olarak da zaman olarak da fazlasıyla uzak olduğumuz vahşi mi vahşi bir Batı’nın fikri nasıl aklımıza tek bir melodiyi getirir? Tanıdık tınıları duymaya başladınız mı? Böyle spesifik şeyler zihninizde nasıl belirgin beş notayı canlandırabilir?

Bu soruya cevaplardan biri elbette yetenek ve deha. Bunlar Ennio Moricone ya da John Williams gibi isimlerin saf yeteneği, parlak zekâsı. Ama diğer cevaplar biraz hikâye anlatıcılığı, belki de biraz koşullama içeriyor.

Tekerrürün hikâyeyi karşı tarafa aktarmak için çok iyi bir yol olduğunu daha önce çok söyledim, kime sorsanız söyler. Ekranın ya da sayfanın diğer tarafından seyirciye halat atmak için yapılacak ilk iş. Ama bu plan gerisinde bir soru barındırıyor: Neyi tekrarlayacağız? Olayları mı? Sözleri mi? Görselleri mi? Renkleri mi? Karakterlerin davranışlarını mı?

Gözlerimiz bizim en baskın organımız, bilimsel araştırmalar da bunu gösteriyor. Bir film izlerken, eh, adı üzerinde, öncelikli olarak izleme eylemini gerçekleştiriyorsunuz. Zihniniz ve bilgi akışı gözlerinizin tahakkümünde oluyor. Bu da elbette yönetmen neden inatla kırmızı rengi gözünüze sokuyor fark ediyorsunuz, karakter neden sürekli aynı kahveyi yapıyor anlıyorsunuz demek. Ama bunun arkasında, çok da bilincinde olmadığınız şeyler de var. Görme duyusunun arkasında kalan duyular.

Görüntüler ve hareketler kadar, filmin arkasında sesler de var ve bunlar da tekrarlanarak hikâye anlatımında kullanılabilirler. İşitme, evet, işitme önemli. Müzik ile ve müzik olmaksızın sahnenin nasıl hissettirdiğine dair karşılaştırmaları çok görmüşsünüzdür. Aynı şekilde, filmden sonra soundtracki tekrar açıp çok daha farklı şeyler düşündüğünüzü fark etmişsinizdir. Yani görüntü ile müziğin sıkı bir ilişkisi var, birinden biri kötü olduğu için öbürünü de aşağı çekebilir ya da ikisi ayrı ayrı çok güzel olsalar bile üst üste gelince geri tepebilirler.

Ancak bir de tabii, bu müziği nasıl tekrar tekrar kullanıldığı mevzusu var. Ve dediğim gibi, görme duyusunun altında kaldığı için, duyduğumuz konusunda pek de bilinçli olamıyoruz. Ama yine de kulağımızdan belli notalar giriyor ve çok ciddi bir fark yaratıyorlar. Tekrar ediyorlar, bir duyguyu vurguluyorlar ve biz de bunlara leitmotiv diyoruz. Türkçeleştirirsek “ana motif” demek. Zaten tekrarlanmasa “motif” olmazdı. Bunu ilk olarak operalarında Richard Wagner kullanıyor. Ne zeki adammış. Bir de ırkçıymış ama konumuz bu değil. Birleşik sanat kavramından bahsetmiş, görüntü ve müziğin nasıl ele ele tutuşması gerektiğini düşünmüş. Bir görüntü ya da cümle yerine operalarında melodileri tekrar etmeye başlamış. Belirgin nakaratlar insanların zihninde belirgin duyguları, onlar farkında bile değilken tekrar tekrar tetiklemeye başlamış. Bir karakterin, bir mekânın, bir olay örgüsünün kendine ait melodisi olması gerektiğini söylemiş.

Burada biraz duruyorum. Tekerrür ve bilinçdışı konuları aynı paragrafta geçmeye başladı mı, benim aklıma tek bir şey geliyor. Koşullandırma. Kötü bir şey olarak algılamayın. Ama çok spesifik mefhumları, çok belirgin duygu durumlarını 5 notayla özdeşleştirmek, bir koşullama işi değil mi? Yani belli kavramlar ile belli sesler arasında alttan alttan çok keskin bağlantılar kurmak çok zor. Ama eninde sonunda, tıpkı ilk paragrafta dediğim şeyler gibi, iki şeyi öyle bir ilişkilendiriyorlar ki, beynimiz uyum sağlıyor, adapte oluyor. Gerekirse yapbozun eksik parçalarını kendi tamamlıyor. İki sahne sonra olacakları sezmeye başlıyor çünkü farkında olmasa da zaten ipucunu duyuyor. Yoksa nasıl ilk başta sorduğum şeyleri anlayasınız? Çok havalı değil mi?

Star Wars, Imperial March akla gelen ilk örneklerden elbette. Ya da vahşi batı deyince zihinde canlanan çakal uluması benzeri The Good, the Bad and the Ugly tema müziği. Hepsinin aklımızda yarattığı bir izlenim var. Tozlu bir kasabanın ortasında yuvarlanan çalı ya da Galaksi’nin bir köşesinde asileri sindiren kızıl bir ışın kılıcı, hiç fark etmez.

Çizgi filmlerde de oluyor bu. Senaryonun açık açık söylemediği bazen yine müzikle pekiştiriliyor. Avatar bunu çok kullanıyor örneğin. Azula’nın tema müziği ikinci sezon boyunca seyirciye korku aşılamak için kullanılıyor. Sonrasında Ateş Ulusu ile ilişkilendirebileceğimiz her türlü tehlike için çalmaya başlıyor. Eğer sahnede antagonist Zuko’ysa onun için kullanılıyor, ordu gemileriyse onlar için. Bir noktada seyirci koşullanıyor.

Köpekbalıklarının sinsi sinsi yaklaşmaları, psikopat karakterlerin bunalımları ya da en basit haliyle iyi ve kötünün savaşı. Hepsini vurgulamak için bir melodi var. Daha iyisi, bu melodileri tekrar edişleri var.

Ama bam bam bam koşullandırmadan daha karmaşık yönleri de var bu leitmotivlerin. Bazen, eğer onları kullanan besteci ve yönetmen yeterince zekiyse, krupiyenin kartları karıştırması gibi motifleri de birbirine karıştırmalar da oldukça mümkün. Asiler’in tema müziğine bir alt tabaka verseniz, bu alt tabaka da aslında Imperial March olsa mesela, harika değil mi? Sonuçta Asiler Ölüm Yıldızı’nın içindeyse, isyan ve korku duygusunu başka nasıl anlatacaksın? Zaten bir kere iki farklı duygu için zihnimizde kodlamışsak o sesleri, karıştır, parçala, çekiştir, alt katmana bir diğerini yerleştir, seçenekler sonsuz.

Büyücü çocuğun masumiyeti. Tüm Yahudileri kurtaramayan ve bunu kabullenmek zorunda kalan adamın hüznü. Takım elbisesinde jilet gibi gezinen ajanın adrenali. Benim imalı bir iki kelimemle aklınıza hemen geliyorsa bu notalar, ne kadar verimli bir yöntem olduğunu tartışmaya gerek bile yok belki de.

Peki var mıdır izin sevdiğiniz bir leitmotiv? Siz önerinizi bırakın, ben bir kez daha Duel Of The Fates dinlemeye gidiyorum.

Author

İstanbul'da yaşıyor, buraya yazacak havalı bir şey de bulamadı. @charles_bourbaki

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.