Biz kendi payımıza video oyunlarını bir sanat dalı olarak kabul edeli çok oldu. Bu konuda bir sıkıntı yok. Herhangi bir oyun üzerine konuşurken “Artık oyunu aşmış, sanata gitmiş iş” diyeceğimizi sanmıyoruz bu saatten sonra. Ya da tutup “Walking Dead oyun mudur, Beyond nedir, e peki Journey?” diye de sormayacağız. Fakat bazı soruları hâlâ sormamız gerekiyor, çünkü video oyunları, diğer sanat dallarına hiç benzemiyor.
Evet, bir yandan çok benzeşiyorlar, farkındayım. Sonuçta çorbada birkaç sanat var, heykelcilik, resim, edebiyat, sinema… Ama bunların hepsinden çok kritik bir farkı var video oyunlarının. Eğer bir gün yolunuz Roma’ya düşerse, Michelangelo‘nun meşhur Davut‘unu görmek için özel bir eğitim almanız gerekmez. Olur da Fransa’ya giderseniz kimse sizden Louvre‘a girmeden önce birkaç boyama kitabına bakarak pratik yapmanızı beklemez. Oyunlar böyle değil. Oyunların anlamlarını araştırmadan, temalarını irdelemeden önce; her şeyden önce, oyun oynamayı öğrenmek gerekiyor.
Bu yabancı bir dil öğrenmek gibi bir şey. Bir oyuncu bugün sol analog tuşuyla karakterini, sağ analog tuşuyla kamerayı yönlendireceğini, yandaki dörtlü tuşlardan aşağıdakine basıp zıplayabileceğini, omuz tuşlarıyla nişan alıp, tetik tuşlarıyla ateş edebileceğini biliyordur. Daha da temeli, kolu nasıl tutması gerektiğini, sağ analog – dörtlü tuşlar arasında nasıl rahat ve hızlıca geçileceğini biliyordur. Fare-klavye ikilisini nasıl koordine edeceğini öğrenmiştir. Bu yüzden oyunlar derdini herkese anlatamaz ve bu yüzden, oyunlar oyunculara yöneliktir.
Devam edecek misin? Etmeyecek misin?
Neden böyle geveliyorum uzun uzun? Continue?9876543210 tam bunları düşündüğüm bir anın üzerine geldi. Oyunun başında, “Bazı şeyleri anlamayabilirsin. Sabret” diyen bir oyun olarak, ne kendini açıklama, ne de kendini şık bir şekilde sunma derdi olan bir oyun olarak dikildi karşıma. Yapımcısı Jason Oda, oyuncunun kafasını allak bullak bırakarak ilk adımı atmak istemiş. Ne fontlar, ne ses efektleri, ne de grafikler sizi hoş tutmak amacıyla tasarlanmamışlar. Oyunun derdi sizi olabildiğince en misafirperver bir şekilde ağırlamak değil. Oyun tamamen belli bir görsel dili, spesifik bir vizyonu aktarmak üzere tasarlanmış.
Continue?9876543210 Game Over ekranı ile başlayan bir oyun. RAM’e düşen ve tamamen varlığını kaybedecek bir ölü oyun karakteri sprite’ını konu alıyor. Aslında bu bakımdan Mike Bithell‘in Thomas Was Alone‘una çok benziyor. Orada da büyük, kötü, varlık silici bilgisayardan kaçıyorduk. Fakat Thomas Was Alone‘un sunumunu naif, zarif ve sakin bir tonda yapışına tam zıtlaşacak bir şekilde, Continue?9876543210 rahatsızlık vermek için bendini çiğneyip çiğneyip aşıyor.
E peki, bir jeton daha o halde
Fontlar yazıları okurken kafanıza çivi çakılıyormuş hissi yaratıyor. Saldırı altındayken etrafınızda duyduğunuz sesler gerçekten de kulağa matkapla giriyor. Grafikler insanda hoş olan herhangi bir şey çağrıştırmıyor. Bunların hepsinin üzerine, oyunun genel konusu, teması ve temel oynanış mekanikleri doğru düzgün aktarılmayınca, ortaya gayet iki boyutlu bir iş çıkıyor. Oda’nın zihninden, hedefine doğru giden bir iş. Arada mola vermiyor, bizi sürece dahil etmiyor. İsteseniz de pek olamıyorsunuz zaten. Ara ara karşımıza çıkan mini oyunlar, macera türünü en yanlış yerinden anlamış “aklında tut” tipi bulmacalar ve bir iki kutu düşmanı çıkarın, ne dünyayla, ne hikayeyle, ne de oyunun kendisiyle pek bir etkileşime giremiyorsunuz.
Oda oyunu için “Bir kadeh şarap veya bir dal ot ile birlikte odanızda yalnız oturup, hayatı düşünürken oynayacağınız bir oyun olsun istedim” demiş. İyi demişsin ama, biz pek hayatı düşünemiyoruz. Sen bir şeyler düşünmüşsün, fakat biz dahil olamıyoruz. Jason Oda, bir auteur için açıkçası umut vaadediyor. Fakat Thomas Was Alone, Braid, Fez gibi başka auteur işlerin neyi doğru yaptığının hatırlanmasında fayda var. O oyunların da dertleri vardı, evet. Ama o dertlerde biz yoksak, oyunların oyun olmasının hiçbir manası yok. Bu oyunlar bunun farkındalardı.