Sevgili bay ve bayan Geekyaparlar, yolun sonundayız. Game of Thrones yine baharda geldi ve yaz ufaktan yüzünü gösterdiği an bizi arkasında bırakıp gitti. Daha önceki üç sezonda gördüğümüz onuncu bölümlerde olduğu gibi, Game of Thrones S04E10, büyük dokuzuncu bölümün ve öncesindeki devasa olayların iplerini topladı, yaralarını kapadı ve gelecek sezon için bir sene daha merakla ve iştahla beklenti içerisinde boğulmamız için gereken tüm temelleri sağladı. Ama tabii, geçmiş onuncu bölümlerin aksine, bu sefer kendi içerisinde de büyük bir olayla karşımızdaydı. Peki yaraştı mı Game of Thrones’un dördüncü sezonuna? Sezonun geneliyle uyumlu muydu?
Her zamanki gibi, aşağıdaki resimlerden sonra sert spoiler’lar bizleri bekler. Bayanlar ve baylar, karşınızda Game of Thrones S04E10 incelemesi. Game of Thrones’un dördüncü sezonunun finali.
Dizi, sezon boyunca ince ince ördüğü tüm hikayeleri iki istisna haricinde nihayete erdirdi. Bazıları geçen sezondan başlayan, bazıları ise bu sezonun ortalarında peydahlanmış alt hikayelerin hemen hemen hepsi sona erdi. Cümlenin başında iki istisna dedim, zira S04E02’de başlayan “Sansa ile Littlefinger” hikayesi, zaten geçtiğimiz bölümlerde finalini yapmış, ağlak kızımız manipülatif bir kadına dönüşmüş ve Littlefinger ile tencere-kapak uyumu yakalayacak seviyeye gelmişti. İkinci istisna ise sezon boyunca hiçbir yere gitmeyen “Daenerys Yönetmeyi Öğreniyor” hikayesiydi.
Sezon boyunca incelemelerimde söyledim, hâlâ da ısrarcısıyım, Daenerys Targaryen’in hikayeleri -bu bölümde Bran ve saz arkadaşlarına dair olan öykünün biraz renk kazanmasıyla açık ara- dizinin en sıkıcı kısımlarını oluşturuyor. Sezon başından beri Meereen’in ele geçirilmesi ve kölelerin özgürleştirilmesi dışında ilginç tek bir şey olmadı ki, Daenerys o hikayede de karakter olarak pek gelişmiş değildi. Belki bu bölüm ejderhalarını tebaalarının güvenliği için feda ettiğinde iç karışıklığını hissetmemiz, empati yapmamız gerekiyordu ama dışarıdan bakılınca görülen şey, Daenerys’in yine karşısına çıkan bir sorunla iki saniye cebelleşmeden baş edebildiği portresiydi. Yine izleyici açısından tutunacak bir dal yoktu; Daenerys Mary Sue’luğundan pek bir şey kaybetmedi.
Bu sıkıcılık mefhumunu Daenerys’in Bran ile paylaştığını da belirtmiştim daha önce, fakat Bran en nihayetinde o meşhur ağaca ve üç gözlü kargaya varınca; olması gerektiği konuma da bir adım yaklaştı. Bundan sonra ne olacak bilinmez, fakat Bran bu bölüm attığı adımlarla, Westeros’un tek gerçek süper kahramanı olarak mevkileneceği izlenimi verdi. Üç gözlü karga ve The Children ile olan münasebet, George R.R. Martin’in kendi tarzıyla anlattığı bir süper kahraman orijin hikayesinin sonuydu resmen. Şu dakikaya kadar “uf ulan yine mi mistik muhabbet” kıvamında geçen Bran sahneleri, gelecek sezon daha ilginçleşeceğinin emarelerini verdi.
Aslında Sansa’nın geçen bölümlerdeki evrimiyle birlikte, tüm Stark çocukları yerli yerlerine oturdular. Sansa Littlefinger’a yaraşır bir partner oldu. Bran, orijin hikayesini tamamladı, kargayı buldu. Ve Arya, en sonunda, dizi boyunca ilk defa tamamen yalnız başına kaldı. İlk sezonun sonunda King’s Landing’den kaçtığı andan itibaren hep yanında bir şaperonu vardı Arya’nın; fakat Hound ve Brienne arasındaki -dürüst olmak gerekirse Brienne’den korkmamızı sağlayan- düellonun sonucunda Arya Stark tek başına kaldı. Bu noktada Maisie Williams’a büyük bir şapka çıkarmak gerek. Williams kelimenin tam anlamıyla kusursuz bir performans sergiledi Arya’nın Hound’u terk ettiği sahnede. En sonund gemiye binip, Braavos’a yelken açtı. O da aynı Bran gibi, bir anlamda orijin hikayesini tamamladı; bundan sonra göreceğimiz Arya çocukluktan sıyrılmış olacak.
Bölümün ana yemeğine geçmeden, Kuzey’e de değinmek gerek. Açık açık söyleyeyim, Ciaran Hinds’i ekranda görünce gayri ihtiyari dudaklarımdan “Baba!” kelimeleri döküldü. Kendisini Rome’dan bu yana sapkın gibi takip eden bir insan olduğumdan mıdır, yoksa gerçekten de Benioff ve Weiss’ın hem görsel dil, hem de senaryosal olarak Mance Rayder’ı “onurlu vahşi” olarak yansıtma niyetinden midir bilmiyorum ama; Mance Rayder ve Jon Snow arasında geçen, sonradan da Stannis Baratheon’un teşrif ettiği konuşmalar belki de dizinin en iyi diyalogları arasındaydı.
Tabii kitapları okumayanlar ve dizinin diyaloglarını dini yazıtmışçasına detaylı takip etmeyenler için Stannis’in nasıl olup da tam bir deus ex machina edasıyla Duvar’a geldiği biraz havada kalmış bir mesele olabilir. Bunu çözmek aslında Melissandre’nin bir sözüne bakardı, fakat orada çok daha önemli şeyler olurken; bu diyalogla katı sessizliği bölmek biraz abes kaçabilirdi. Benioff ve Weiss kuvvetle muhtemel bunu bu yüzden tercih etmedi; zaten her halükarda geçen bölümler tekrar izlendiğinde ortaya çıkabilecek; en kötü de gelecek sezon altı çizilebilecek bir şeydi bu.
Ve dizi bu hareketiyle, gelecek sezonun “çatı” karakterini de işaret etmiş oldu. Stannis-Davos sahnelerinin ardından yine bu sayfalarda söylemiştim; Stannis Baratheon ilk katılığının ardından özellikle de kızı ile olan münasebetleri ve Davos’un karizması üzerinden sempatikleştirilmeye çalışılıyor. Bu, süvari edasıyla gerçekleştirdiği kurtarma operasyonu üzerinden de iyice vurgulandı. Yalnız insanın aklından geçmiyor da değil: Stannis buraya kadar geldiyse, Bolton’lara dokunmadan gider mi? Adam tipiyle, duruşuyla Kuzey’e çok yakışıyor zaten. Gelmişken Red Wedding’in intikamını almasa mı hani?
Bunlar gelecek sezonun bombaları. Şimdi mühim olan, bu sezonun finalindeki son sahne en nihayetinde; öyle değil mi? Belki de bölümü dizi tarihinin en vurucu sezon finali yapan sahne. Tywin, Tyrion ve Shae üçlüsü. O sahne, gerçekten de çok yüksek bir potansiyele sahipti, ama berbat yönetmenlik kararlarıyla bezeliydi. Tyrion’un kutu deliğindeki kamera açısını pek tasvip ettiğimi söyleyemeyeceğim; fakat Tyrion-Shae karşılaşmasında kullanılan çekimler, sık sık Tyrion’un suratına yakın çekim yapılması ve kamera geçişleri yüzünden mücadelenin hiç inandırıcı olmayan bir şekilde son bulması gerçekten de sahneyi harcadı gitti.
Aynı şey Tywin ile Tyrion arasındaki sahnede de geçerliydi. Fakat orada, kamera geçişleri ve çekimlerinin absürt olması; izleyicideki “bir dakika ne oluyor lan bu ne saçmalık” hissini kuvvetlendirdi, ki zaten olanları düşünürsek, izleyicinin de aynen böyle hissetmesi gerekiyordu. O sahnede bir sorun yoktu, fakat Tyrion-Shae mücadelesinin çok daha vurucu, çarpıcı ve etkileyici olması gerekiyordu. Olmadı, olamadı. En nihayetinde olayın kendisi yeterince dumur edici olduğundan; çok da göze batmadı, ama eminim sahneyi kitaptan okuyanlar çok daha derinden sarsıcı bir çekim bekliyorlardı.
İşte böyle Game of Thrones’un dördüncü sezonu son buldu. Arya, Tyrion ve Varys gemiyle Doğu’ya yola çıktılar, Daenerys ejderlerini zincirledi, Bran ağacı buldu, Stannis ve Jon Snow, Kuzey’de konuşlandı. Sansa ve Littlefinger, Eyrie’de sinsilik derdindeler, Lannister klanının kalan üyeleri Jaime ve Cersei ise King’s Landing’de kaldılar. Tabii Tyrell’ler de orada. Martell’ler Dorne’da muhtemelen intikam düşleri kuruyor; Bolton ve piçi ise Kuzey’de hükümlerini güçlendirmeye kararlılar. Yanı başlarında da Greyjoy’lar var tabii, her ne kadar oğulları zavallı bir biçimde Ramsay’nin emrinde olsa da. Gelecek sezon için her şey hazır, tüm taşlar yerine oturdu ve tüm yaralar kapandı. Şimdi bize sadece beklemek kaldı.
Bakalım ne çıkartacaklar karşımıza gelecek sezon?