Edebiyatta vampir anlatıları her geçen gün biraz daha çeşitleniyor ve eklenen her bir eser vampir mitine yeni ve kendine has yaklaşımlar getiriyor. Biz de vampir mitleri ve halk söylencelerinde vampirleri ele alarak başladığımız vampir dosyasına, edebi eserlerde karşımıza çıkan vampirlerle devam ediyoruz.

Folklorik vampir anlatısı ve vampirizm hakkında olan bilgilerimizi, bu dosyanın ilk yazısı olan şurada derlemiştik. Türlü halk hikâyelerinden derlenmiş vampir inanışlarını tek potada eritip anlamlandırmak biraz kafa karıştırıcı olabilir. Bu sefer ise işimiz daha kolay: Edebi eserlerde karşımıza çıkan vampirlerin, birer kurgusal ürün olarak gelişim sürecinden bahsedeceğiz.

Şimdilerde Wattpad’de seri üretime giren post-modern vampir furyasının edebiyata 18. yüzyılda, gotik ve romantik dönemde girdiğini söyleyerek söze başlayalım ve tarihsel sürece göre ilerleyelim.

Yazılı Edebiyatta İlk Vampir

Vampir kavramının edebiyata girişi ilk olarak Heinrich August Ossenfelder adlı Alman şairin 1748’de yazdığı “Der Vampire” şiiriyle oluyor. Aşağıda, şiirin vampir kelimesini içeren dizelerini görebilirsiniz:

Mein liebes Mägdchen glaubet
Beständig steif und feste,
An die gegebnen Lehren
Der immer frommen Mutter;
Als Völker an der Theyse
An tödtliche Vampiere
Heyduckisch feste glauben.
Nun warte nur Christianchen,
Du willst mich gar nicht lieben;
Ich will mich an dir rächen,
Und heute in Tockayer
Zu einem Vampir trinken.

Heinrich August Ossenfelder, Der Vampire.

Habsburg Hanedanı yönetimi altındaki Sırbistan’da yaşayan bir köylünün, öldükten sonra mezarından çıkıp insanların kanını emdiğine dair halk arasında dolaşan bir efsane, bu şiire kaynak olmuş. Şiirde toksik bir ilişki, söz konusu efsaneye göndermelerde bulunarak vampirizm harmanıyla anlatılıyor.

Ossenfelder’den sonra vampirler, önce şiirde sonra da edebiyatın diğer alanlarında kendilerini hızla, daha çok göstermeye başlıyorlar. Bunların arasından Goethe’nin 1797 tarihli “Die Braut Von Korinth” (Korintli Gelin) şiiri, vampirleri içeren ilk şiirler arasında sayılmakla birlikte edebiyattaki ilk kadın vampiri içermesiyle öne çıkıyor. Yazılı edebiyattaki ilk örneklerini Almanya’da bulduğumuz vampir kavramı, buradan sonra İngiltere’ye sıçrıyor ve İngiliz şairler de vampirleri şiirlerine konu ediyorlar. 1801’de on iki kitaba yayılan Robert Southey’nin “Thalaba the Destroyer” şiiri de İngiliz edebi yazınında vampirlerin ilk örneği olarak kabul ediliyor. Robert Southey’in bu eseri, genel olarak büyücülükle ilgili bir fantastik eser ancak tarihi gerçeklikleri ve İslam kültürünü de anlatısı içinde kullanmış.

Aristokrat Vampirler

Şiir örneklerinden sonra edebiyatın diğer bir koluna; hikâye ve romanlara sıçrıyoruz. Bu sıçrayışla da 19. yüzyıla iniş yapıyoruz. John William Polidori’nin “The Vampyre” adlı öyküsü, vampirlerin konuk edildiği ilk edebi öykü olarak kabul ediliyor.

Öykünün yazılma hikâyesi bir fıkra gibi: Polidori, Lord Byron, Percy Shelly ve Mary Shelly, bir dost meclisinde toplanmışlar ve birbirleriyle iddialaşmaları sonucunca hepsi de bir korku hikâyesi yazmaya karar vermişler. Polidori’nin The Vampyre’i yazmasına sebep olan bu iddia, Mary Shelley’nin ise Frankeinstein’ı yazmasına vesile olmuş. Her açıdan biz okurlar için bereketli bir iddia olmuş bu ama Polidori’nin hayatı, eseri yayınlandıktan sonra yokuş aşağı gitmiş. Bu konuda daha fazla ayrıntıya şu yazımızdan ulaşabilirsiniz.

The Vampyre’in vampir kavramı ve edebiyat açısından önemine gelecek olursak; daha önce halk kesiminden lanetli insanlar olarak kendilerine edebiyatta yer bulan vampirler, bu öykünün ardından aristokrat kesime dâhil oluyorlar. Eserde Lord Byron’dan esinlenerek yaratılan Lord Ruthven karakteri, hepimizin yakından tanıdığı Kont Dracula’nın da temel kaynaklarından biri olarak görülüyor.

Kanla Çekilen Bir Penilik Ziyafet

Polidori’den sonra vampirler için bir diğer mihenk taşına geçiyoruz: Varney the Vampire or the Feast of Blood” serisi. 1845’te yayınlanmaya başlayan bu seride, vampirimiz Sir Francis Varney, aristokrasi sınıfına dâhil bir Viktoryen dönem vampiri.

Ama eserin konumuzu ilgilendiren en ilginç yanı bu değil. Varney the Vampire, Penny Dreadful kategorisinde yayınlanıyor. Penny Dreadful, şimdilerde ucuz roman olarak adlandırabileceğimiz korku eserlerine, İngiltere’de verilen isim. Adını bir peni gibi mütevazi bir ücrete satılmasından alıyor. Bizse bu adı, Eva Green’in başrolünde olduğu üç sezonluk korku dizisinden biliyoruz.

Varney the Vampire’ın Penny Dreadfullar içerisinde, haftalık olarak yayınlanması, vampirleri içeren yazılı hikâyelerin halk arasında belirli bir popülerliğe ulaştıklarını da gösteriyor.

Kan Emen Kadınlar

Vampirlerin edebi serüvenine aynı Ada’dan devam ediyoruz. İrlandalı yazar Sheridan le Fanu tarafından 1872’de kaleme alınan Carmilla adlı roman, vampir edebiyatına başka ilkler getiriyor.

Carmilla’nın ana karakteri bir kadın ve kitap, lezbiyen bir bağlılığın hikâyesini anlatıyor. Bram Stoker, Dracula’yı yazarken Carmilla’ya fazlasıyla öykünmüş olacak ki iki kitap arasındaki benzerlikler göze batacak cinsten. Bu benzerlikleri, gizem dolu Carmilla ve Dracula karakterlerinin arasındaki benzerlikler, Carmilla ve Dracula’nın kurbanları üzerinde bıraktıkları psikolojik etkilerdeki benzerlikler ve Dracula’daki Van Helsing karakteriyle Carmilla’daki Baron Vordenburg arasındaki benzerlikler olarak sıralayabiliriz.

Meşhurlar Meşhuru Drakula

Edebiyatta Carmilla’dan sonra gelen vampirleri es geçiyoruz ve lafı açılmışken konuyu Kont Dracula’ya getiriyoruz. Kont Dracula bütün vampir anlatıları arasında en bilineni. Nasıl ki konu süper kahramanlar olduğunda konuyla alakası olan veya olmayan herhangi bir insanın aklına, Superman, Batman veya Spider-Man üçlüsünden biri geliyorsa; konu vampir olduğunda da insanların aklına ilk olarak Kont Dracula gelir. Bu meşhur vampir hakkında 200’den fazla film çekilmiş. Bunlardan da on tanesi sadece tek bir kişiye, Saruman’ımız Christopher Lee’ye ait. Dracula, modern kültürde o kadar çok karşımıza çıkıyor ki Batman’in ve hatta Çılgın Korsan Jack’in bile onunla mücadele etmişlikleri var.

Artık başlı başına fenomen olmuş bir karakter olan Dracula’nın ününden bahsettikten sonra, onun ilk olarak ortaya çıktığı romana geri dönebiliriz. Aynı Carmilla’nın yazarı gibi İrlandalı bir yazar olan Bram Stoker tarafından, 1987’de kaleme alınan Dracula; Avukat kâtibi Jonathan Harker’ın İngiltere’den Romanya’ya, Dracula şatosuna yolculuğuyla başlayan kitabın kurgusu, karakterlerin güncelerinden derlenerek oluşturulmuş. Basit bir örnekle bir nevi find footage tarzı diyebiliriz. Hikâyeye göre Harker’ın şatoya gidişi sırasında onun yolunun nereye düştüğünü öğrenen civar köylüleri, Harker’ı yolundan döndürmek için türlü cefaya katlanıyor ama Harker yine de şatoya gitmekte ısrar ediyor. Şatoya gelip de Kont’un davranışlarında birtakım gariplikler olduğunu fark eden Harker, Dracula’nın vampir olduğunu anladığında ise her şey için çok geç oluyor. Demeter isimli bir gemiyle Transilvanya’dan İngiltere’ye -gemideki herkesin kanını emip ortadan kaldırarak- giden Dracula, orada şeytani bir karakter olarak, Harker’ın nişanlısının da bulunduğu sosyete camiasına musallat oluyor.

Sanayi Devrimi’nin gelişim sürecinde ortaya çıkan bu eserde, gelişen sanayiyle birlikte değişen yaşam standartlarını ve bunun edebiyata yansımasını görmek de mümkün. Aynı zamanda kitapta, İngilizler için Doğu’dan gelen bir toprak ağası olan Dracula, geri kalmışlığı ve yanında getirdiği cümle belayla Stoker’ın oryantalist yaklaşımını da bize gösteriyor. Ayrıca kurgusal vampir avcılarının babası kabul edilen Dr. Abraham Van Helsing de ilk defa Dracula romanında karşımıza çıkıyor. Van Helsing, bir bilim adamı, bir psikiyatrist ve aynı zamanda metafizik konularda kendini yetiştirmiş bir vampir avcısıdır. Bakınız dikkatinizi çekiyorum; modernizm içinde yazılmış bu eserde doğudan gelen metafizik bir yaratık olan toprak ağasının karşısına dikilen karakter, soğukkanlı bir bilim adamıdır. Van Helsing hakkında da şunu da eklemeden geçemeyeceğim: Stoker, romanı yazarken bir tarihçiden bir nevi ilham alıyor. Bu kişi, Macar asıllı Türkolog Armin Vambery. Vambery’nin hayatı boyunca yapmış olduğu meslekler de saymakla bitmiyor; o bir tarihçi, bir seyyah ve de bir casus. Osmanlı topraklarından istihbarat toplayan Vambery’nin, Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinin altıncı cildine bir önsöz yazmışlığı da var. Seyahatnamenin bu cildi de Çelebi’nin upirlerden yani vampirlerden bahsettiği cilt elbette. Stoker’ın romanındaki vampir avcısı Van Helsing karakterini, Vambery’den esinlenerek yarattığı söyleniyor. Ayrıca romanın içinde Helsing’in eski bir arkadaşı olarak bahsedilen Vambery ismine de rastlıyoruz. Tabii bu söyleneler sadece bir teori.

Dracula romanı hakkında söz edilebilecek daha çok şey olsa da son olarak Dracula karakterinin tarihte Kazıklı Voyvoda olarak bilinen Vlad Tepes’ten uyarlandığını, uyarlanmak derken de kitaba göre Kont Drakula’nın Kazıklı Voyvoda’nın ta kendisi olduğunu söyleyip, farklı eserlerde vampir edebiyatına yapılan katkılara geri dönüyoruz.

Gelecekten Bir Vampir Efsanesi

Will Smith’in, post apokaliptik bir gelecekte, Los Angeles’ta sağlıklı kalan tek insan olduğu ve geceleri ortaya çıkan yaratıkları avlayıp, onları tekrar insana dönüştürmek için evinin garajında ilaç bulma deneyleri yaptığı filmi, hepimiz biliyoruz. 2007 yılında vizyona giren I am Legend isimli bu film, korku romanı yazarı olan Richard Matheson’ın 1954’te yayınlanan aynı adlı romanından uyarlanmış.

Filmde, bir virüs salgınıyla yaratığa dönüşen insanlar için böyle bir adlandırma yapılmasa da kitapta bu insanlar tam olarak birer vampir. Matheson’un kaleme aldığı bu eserle ilk defa gelecekte geçen bir vampir hikâyesine konuk oluyoruz.

Çizgi Roman Yazını ve Marvel

Şiirler, öyküler ve romanlardan sonra, çizgi romanlara değinmemek olmazdı. Çizgi romanlarda karşımıza çıkan vampirler de totalde vampir edebiyatına yön veriyorlar sonuçta. İlk sırada, bu ayki vampir dosyasına başlamamıza vesile olan Morbius var.

Roy Thomas ve Gil Kane tarafından yaratılan Michael Morbius karakteri, ilk olarak 1971 yılında The Amazing Spider Man serisinde görülüyor. Burada Morbius, Peter Parker’ın bir anlamda iş arkadaşı, onunla aynı laboratuvarda deney yapan bir bilim insanı. Giriştiği birtakım işler sonucunda Morbius’un yaptığı deneylerden ters gidiyor ve Morbius, insanların plazmalarındaki enerjiyi emerek hayatta kalmaya çalışan bir vampire dönüşüyor. Kendisi villain ile antihero arasında gidip gelen, karizmatik bir karakter.

Morbius’tan sonra sırada vigilante vampir avcısı, çocukluğumuzun kahramanı Blade var. Marv Wolfman ve Gene Colan tarafından yaratılan Blade, ilk defa 1973’te Tomb of Dracula‘da ortaya çıkıyor. Bir yarı vampir olarak doğan Blade -ki yarı vampirlere dhampir deniyor- kimsesizce sokaklarda yaşarken kendini eğitiyor ve sonunda, amansız bir vampir avcısına dönüşüyor. Farklı zamanlarda farklı hikâyelerde ortaya çıksalar da Morbius ve Blade’in defalarca karşı karşıya gelmişliği var.

Varoluşsal Sancılar ve Ahlaki Sorgulamalar

Amerikalı bir yazar olan Anne Rice’ın The Vampire Chronicles başlığı altında toplayabileceğimiz ciltlerce kitabı, 1976’da yazdığı Interview With the Vampire ile başlar. Hepimizin Tom Cruise, Brad Pitt ve Antonio Banderas’ı beraber görmek için izlediği 1994 yapımı bir sinema uyarlaması da olan kitap, alışageldiğimiz vampir anlatılarının dışına çıkar ve vampirlerin varoluşsal sancılarını konu edinir.

Sonsuza kadar yaşamanın verdiği bıkkınlık, kan içmenin tiksintisi ve can almanın ahlaki sorgulamaları içinde boğulan depresif vampirler, The Vampire Chronicles ile bizlerin karşısına çıkmış olur.

Depresif Vampirler ve Arzu Nesneleri

Depresif vampirlerin yolculuğuna en son dâhil olan Twilight’ın serüveni 2005’te başlıyor ve vampirler Twilight ile bu sefer de genç-yetişkin edebiyatına girerek, sanki Anne Rice’tan hiç ders almamışız gibi, dönüşülmek istenilen birer arzu nesnesi hâline geliyorlar.

Dört kitaplık Alacakaranlık serisinde vampir romantizmi, vampirlerle kurt adamların kavgası ve köklü vampirlerin oluşturduğu vampir cemiyetiyle başkarakterlerin çekişmesi yer alıyor. Twilight serisinin vampir edebiyatına getirdiği yenilik ise yaşamak için vejetaryenliği seçen bir grup vampirin, klasik anlatılardan sıyrılarak güneş ışığında elmas gibi parlamasıdır. Sanıyoruz ki bu parlama sadece güneş karşısında değil, serinin hayranlarının hayallerinde de vuku buluyor.

Vampir edebiyatından bu kadar esere değindikten sonra şöyle bir çıkarım yapmayı da borç biliyoruz: Halk hikâyelerinden fırlayan korkunç varlıklar olan vampirler, edebi yazın içerisinde bazen halkın kanını emen mülk sahibi kimliğine bürünmüş bazen erotik bir nesne hâline gelmiş, zaman zaman da avlanıp yok edilen yaratıklara dönüşmüşler. Kurgusal özellikleri de zamanla değişmiş; kimi zaman güneşte yanarken kimi zaman elmas gibi parlamışlar. Kimi zaman gizemli ve güçlü birer varlıkken kimi zaman da tüm zayıflıklarıyla ortaya konmuşlar. Tüm bunlarla beraber vampir kültü, çağa her zaman ayak uydurmuş ve edebiyatta 18. yüzyıldan sonra, hemen her dönem kendine yer bulmayı başarmış.

Sizin vampir edebiyatında okumayı en çok sevdiğiniz eser hangisi?

Author

Sabah kuşağı çizgi filmleri müdavimi.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.