Baştan söyleyeyim, ben öyle pek podcast dinleyen bir insan değilim. Korku türüne ait şeylere dair çok bir heyecanım da yoktur, izlerken ya da okurken “Korkmadım” diyen ruhsuzlardanım ben de. Komplo teorilerine ve paranormal olaylara da çok bir aşkım yoktur hani. Ama The Magnus Archives bu üç alışkanlığımı da bozdu, biliyor musunuz? Kırk yıl düşünsem korku podcasti dinleyeceğimi, bu kadar da ürpereceğimi düşünmezdim ama işte, bugün buradayız. Siz de benim gibi düşünüyorduysanız eğer, fikirlerinizi bir gözden geçirin derim. The Magnus Archives fikirlerinizi değiştirmek için burada.
Podcast, Jonathan Sims’in Magnus Enstitüsü’nde baş arşivci olarak işe başlamasıyla ve yerine geçtiği arşivcinin dağınıklığından şikâyet etmesiyle açılıyor aslında. Magnus Enstitüsü paranormal ve ezoterik olaylarla baş etmek ve bu tarz olayları araştırmak adına kurulmuş bir kurum bu arada. Yani ister istemez, elbette komplo teoricilerini kendine çekecektir böyle bir kurum, değil mi? Her neyse, bu bizim arşivci yazılı ifadeleri sesli olarak okuyor ve böylece arşivi dijital ortama geçirme çalışmalarına başlıyor. Bunu da pek beceremiyor gerçi, ses kaydı için kendinden geçmiş bir ses kayıt cihazı kullanıyor, diğer bölümlerde de bu devam ediyor. Ortada iki katman var, her zaman hem meta bir öykü dinlemiş oluyoruz ve karakterlerimizin maceralarına tanık oluyoruz.
Her bölüm, Jonathan Sims’in sesinden, olayları yaşamış insanların dilinden, yıllar önce yaşanmış tekinsiz olayların hikâyelerini dinliyoruz böylece. Her bölümün sonunda Sims, bize, konuyla ilgili iş arkadaşlarının yaptığı araştırmalardan bahsediyor ve görgü tanıklarına ketum ketum pek de inanamadığını belirtiyor. Uydurmuştur diyor, halüsinasyon görmüştür diyor, ardından bir sonraki ifadeye atlıyor. Kafa travması geçirmiş işte diyor, şizofrenmiş zaten diyor, pek umursuyormuş gibi bir ton olmuyor sesinde. Hatta bazen soğukkanlılıkla kendinden önceki arşivciye sitem ediyor sadece, “2000’ler tarihli kayıtların arasında 1920’lerden bir ifade ne arıyor yahu?” diye söyleniyor. Böylece sizi iliklerinize kadar ürpertmiş olan hikâye, komplo teoricilerinin zırvasına dönüşüyor.
Bir süre için.
Yavaş yavaş sakin arşivcimiz de kendisini hikâyelere kaptırıyor ve kendi kendine rasyonel açıklamalar yapma ihtiyacı duyuyor: “Bu belge sırf şaka olsun diye buraya konmuş, belli.”
Çok uzatmak ve spoiler vermek istemiyorum o yüzden muhtemelen en iyisi podcastin yayıncısının dilinden konuşmak: Karakterler ifadeleri okuyup, ipuçlarını birleştirerek arşivin derinlerine baktıkça, arşivin içinde bir şey de onların bakışlarına karşılık veriyor.
Bir noktada komplo teorileri sadece teori olmakla yetinmemeye başlıyor.
Tamam, fikir çok güzel, epey de ürkütücü bir podcast, dinlemenizi tavsiye ederim. Metroda, otobüste, belki de sadece karanlıkta otururken dinlemek ve ürpermek için birebir. Ama ben podcast üzerinden başka bir şeye de parmak basmak istiyorum, uzun süredir düşünüyorum, acaba neden düşük bütçeli bir podcast, koca koca yapım şirketlerinin filmlerinden daha korkutucu olabiliyor?
Açıkçası bu soruyu sorduktan sonra cevabının basit olduğunu anlıyorum çünkü aklıma, küçükken arkadaşlarım, bana, dünyayı korkunç toplulukların yönetmesiyle ilgili teorilerini anlatırken onları nasıl dinlediğim geliyor. Her okulun kazan dairesinde nedense öğrencilere acı çektirmekten çok hoşlanan bir cadı hanımefendi bulunduğunu hatırlıyorum. Bana görsel “kanıt”larla gelseler aynı etkiyi yaratamayacaklarını biliyorum. Ama karşınızdakinin anlattığını dinlerken hiç de öyle olmuyor, bir süre rasyonel düşünceleri geriye attığımı fark ediyorum. Biri bana piksel piksel olmuş ve bir parçası anlamsızca kırmızı bir çember içine alınmış bir fotoğrafı gösterse “Peh,” deyip geçeceğimi biliyorum. Ama dinlerken rasyonel soruları bir süre için bastırıyorum. Şu an rasyonel düşünme sırası değil, şu an hayatta kalman lazım diyorum. Bilgi önemli, doğruluğunu sonra sorgular, sonra teyit edersin. Şimdi dinlemen lazım, hatta anlatılan teoriden korksan bir de fena olmaz, sana adrenalin gerekiyor, değil mi?
İşte bu yüzden düşünüyorum da, uçuk kaçık bir teoriyi dinlemek ile gecenin bir yarısı yatağınızda evde birisinin olup olmadığını anlamaya çalışmak belki de aynı şeydir. Hatta daha da öteye götürüyorum, gece gece, -hem de henüz neden güneşin bir gittiğini bir geldiğini bir türlü anlamadığın bir dönemde- dışarıdaki yırtıcıların çığlıklarına kulak kesilmekle aynı şey belki de. Belki de işin sırrı gerçekten de karanlıkta oturup dinlemenin verdiği garip hislerde saklı. Garip bir hayatta kalma güdüsü ile dinliyorsun işte. Arkadaşlarının sana COVID-19’un nasıl devletlerin ya da şirketlerin elinden çıktığını anlatırken büründüğü yüz ifadesini unutamıyorsun: Saf korku. Teorinin teori olup olmamasını sorgulamıyorsun da, her şeyi bir an için gerçek varsayıp alacağın zararı hesaplamaya girişiyorsun anlaşılan. “Yok, ya, yalandır bu,” diyorsun ama belki sen de inanmıyorsun dediğine.
Ama zaten sen de uzun süre boyunca üçgen ve tek göz sembollerinden sakınıp, kantinden dönerken kazan dairesinin önünde oyalanmamaya dikkat etmedin mi? Neyse, belki de geceleri görülen ve sigara soran garip suret, alt tarafı komplocuların yalanı deyip geçilebilecek bir şey değildi.
“Can I have a cigarette?” It spoke again in the same flat voice and I realised exactly what was wrong. Its mouth was closed, had been the whole time.