Sequel’leri denklem dışı bırakıp onları görmezden gelmeye çalışan bizler için, sessiz sedasız ortaya çıkan The Mandalorian ile başladı live-action Star Wars dizileri. Bir RPG oyununda en sevdiğimiz şey olan “yan görev yapmak” olgusunu merkezine oturtan dizi, gerçekten kalbimizin geek teline dokundu. Star Wars’un ölmediğini, ölemeyeceğini bize gösterdi. İkinci sezonunda biraz dizinin ölçeğini büyütmeye çalışan dizi ekibi, o sevdiğimiz yan görev yapan kelle avcısı, isimsiz Din Djarin’i bizden almış olup yerine Mandalore’un Kralı, Grogu’nun Babası Yüce Din Djarin’i koymaya çalışsa da hâlen merakla üçüncü sezonunu beklediğimiz bir yapım oldu.
Böyle güzel bir dizinden bir spin-off çıkmasa olmazdı zaten. Zamanında havalı zırhıyla hepimizin gönlünde taht kurmuş Jango Fett’in oğlu Boba Fett’in emeklilik hikâyelerini izlemekten güzel ne olabilirdi ki? Hem de bu, sakin bir emeklilik de değildi. Boba Fett olgunlaşmış ve Tatooine’in Daimyo’su olmaya karar vermişti. Anlaşılan yavaş yavaş işlenecek, entrikalarla dolu olacak bir iktidar savaşı izleyecektik. Maalesef beklediğimiz gibi olmadı. Dizinin en çok sevilen bölümü bizim Mando’nun ortaya çıktığı ve Boba Fett’in bir kez bile görünmediği bölümdü. Star Wars’un her zaman biraz cheesy olduğunu kabul etsek de Star Wars için bile fazla ucuz duran sahnelerle dolu, oldu bittiye getirilen bir yapım oldu. Ama yine de bu diziye teşekkür etmemiz gereken bir husus var: Tusken’lar. Onlara iade-i itibar yaptıkları için minnettarız. Tusken’lar vahşi çöl haydutları değildir!
Star Wars dizilerinin üçüncüsü Obi-Wan için konuşmak gerçekten çok zor. Böylesine efsaneleşmiş karakterler ancak böyle bir senaryo içerisinde bu kadar trajikomik bir hâle dönüşürdü. Sequel’ler ile Obi-Wan dizisi, “Kim retcon’u daha fazla hak ediyor?” adında bir yarış içerisindeler. Diziden daha fazla bahsetmek bile gereksiz bence ama atlamadan geçeceğim bir detay var: Küçük Leia. Kenobi ile olan son sahnelerinde huysuz bir geek’e bile göz yaşı döktürdü. Peki, bu diziyi kurtarmaya yetti mi? Hayır!
Her zaman olduğu gibi assolistimiz en son geliyor. Andor öyle yüksek kalitede bir diziydi ki çok sevdiğimiz Star Wars’un geri kalanı ile karşılaştırmak içimi huzursuz ediyor. Ciddiyeti, olayları işleyiş biçimi, siyaseti ele alışı ve karakterleri ile “Bu gerçek Star Wars değil” şeklinde eleştirilere mahal vermek durumunda kalıyor. Ama gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki gerçek Star Wars işte bu!
Star Wars’un merkezindeki olgu ışın kılıçları veya jedi’lar değildi. Star Wars’un ana karakteri her zaman halktı; yozlaşmış ve baskıcı yönetime karşı gelenler Jedi’lar değillerdi. Her türlü zorluk içerisinde isyan ateşini yakan halktı. Zira Jedi’lar onlar öylesine kendini beğenmiş hâldelerdi ki Cumhuriyet’in yıkılışını bile önceden göremediler.
İşte bu hikâyede de ana karakterimiz, halkın bir timsali. Yıllardır bu yönetim altında yaşamış, kendi işini kendi halletmeye çalışmış, İmparatorluk’un yaptıklarını korkudan ötürü görmezden gelmiş bir adamın, “Artık yeter!” demesini izliyoruz aslen. Kendisi bir “seçilmiş kişi” değil; yalnızca kurnaz, gözlem yeteneğine sahip, azimli ve bulunduğu ortama iyi uyum sağlayan biri. Dizinin başında imparatorluk ile ilgili düşüncelerini sorsak, “Palpatine gitse kim gelecek?” demekten başka bir ideolojiye sahip olmayan birinin, isyanın en önemli karakterlerinden birine dönüşümüne yavaş yavaş şâhit oluyoruz.
Dizide Andor’u gördüğümüz yerlerin şahane olması yetmiyor, üç de birbiriyle bağlantılı hikâye örgüsü izliyoruz. Bunlardan ilki Luthen cephesi. Aslında Luthen isyancı olmasa refah içerisinde yaşayabilecek bir karakter. Ama İmparatorluk’un yaptıklarına göz yummamayı tercih eden Luthen hayatını isyana adıyor. İnanılmaz bir taktisyen olan Luthen, aynı zamanda çoğunluğun iyiliği için de fedakarlıklar yapmaktan çekinmeyen, gözü kara biri. Stellan Skarsgård’ın inanılmaz aktörlüğü ile de birleşince Luthen, ekranda olduğu her saniyeden keyif alınan bir karaktere dönüşüyor.
İkinci cephemizde sözünü sakınmayan ancak tatlı su muhalefetinden de ileri gidemeyen Mon Mothma var. Dizinin başında, Senato’da İmparatorluk’un yaptığı zalimlikleri dile getirmekten korkmasa da isyan gibi bir düşünceye temkinli yaklaşan Mon Mothma, dizinin sonunda isyan için kendi kızını bir çeşit banka mafyasının oğlu ile evlendirmek gibi büyük bir fedakarlığa imza atıyor. Bu hikâye örgüsünde, böyle güzel bir karakter gelişiminin yanında Chandrila gelenekleri ve siyasi entrikalara da şahit oluyoruz.
Son hikâye örgümüz, Dedra Meero ve Cyril Karn’ın oluşturduğu İmparatorluk Güvenlik Bürosu kısmı. Buranın ilginç özelliği ise şimdiye kadar hep şeytani olarak gördüğümüz imparatorluk müfettişlerinin aslında işlerini iyi yapmaktan ötesine geçmediklerini gözler önüne sermesi. Dedra Meero gerektiğinde ellerini kirletmekten korkmasa da kendisi yalnızca hırslı ve işinin hakkını vermeye çalışan bir müfettiş. Cyril Karn ise İmparatorluk ile birlikte büyümüş, adeta bir “Hitler Gençliği” propagandası ile beyni yıkanmış, yine de kötülükten ziyade kendi doğrularının peşinden koşan bir karakter.
Yalnızca ana karakterlerin derinliğinden bahsederken bile metnin sonu gelmek bilmezken dizinin kalitesi hakkında bir şeyler söyleyebilmek için olaylardan bahsetmeye gerek olmadığını düşünüyorum. Dizi kâh coşku ile “No Way Out” naraları attıran kâh üzüp, gözyaşı döktüren bir eserdi. İsyan ateşini izleyici içerisinde bile yakabilen Andor, Türkiye’de yaşayan bizler için ayrı bir empati boyutuna sahip, bizlere ilham verebilecek kalitedeydi. Verdiği ilham bile 2022’nin en iyilerinden biri olduğunu kanıtlamaya yetiyor da artıyor.
Yazan: Emre Kaplan
2 Comments
Bravo. Tüm diziler için çok doğru dengede ve tamamen katıldığım yorumlar, ve güzel bir anlatım.
Çok teşekkürler. Yazdığım yazının biri tarafından okunduğunu ve beğenildiğini görmek beni çok mutlu etti. Güç sizinle olsun.