Hayatımızda olmadıklarını düşünemediğimiz bazı içecekler var, çay ya da kahve gibi. Bunlar garip biçimde Türkiye’de doğmamalarına ve ilginç yollarla ülkemize girmelerine rağmen, ne hikmetse günlük rutinlerimizde çok ciddi yer kaplamaya başlamışlar. Çaydanlığın altını yakacak olan bilek bükme hareketini bir günde defalarca yapar olmuşuz, kahvenin köpürüşünü bekleyişimizi toplasak ömrümüzün ne kadarı eder acaba? Ya da bakraç ile servis edilen köpüklü ayranı kafaya kaç kere dikiyoruz bir yaz mevsiminde? Sonuç olarak bu içeceklerin arkasında ilginç söylentiler ve rivayetler var, biz de bugün bunları derledik. Garip imparatorlardan Anadolu isminin kökenine ilgi çekici söylenceler dinlemeye hazır olun, çayınızı kahvenizi hazırlayın. Elbette bunlarda tarihsel bir gerçeklik aramak saçma olur, onu da söyleyelim.
Çay
Bugün Türkiye en çok çay tüketen ülkelerden biri, çayı ne kadar sevdiğimizi anlatmayacağım. Sonuçta bu bitkiyi sebze olarak kullanmak gibi bir ihtimal garip şekilde asla aklımıza gelmiyor bugün, bu kadar işlemden geçirip içmek ise oldukça günlük bir iş. Peki acaba ilk kim çaya bakıp ‘Ben bunu kaynamış suya batıracağım!’ demiş ki?
Efsaneye göre çayın oluşumu tamamen tesadüf eseri. Çin imparatoru Shennong suyunu içmeden hep kaynatırmış, böylece hijyen sağlamayı amaçlıyormuş herhalde. Bir gün ordusuyla uzak bir bölgeye ilerlerken bir noktada durup dinlenmişler, hizmetkârlar da su kaynatmaya başlamış. Kaynayan suyun içine rüzgârla bir çay yaprağı taşınmış ancak fark edilmeden imparatora servis edilmiş. Shennong bu ilkel çayı çok beğenmiş, böylece ilk çay ortaya çıkmışmış.
Gerçekte ise çay ya tıbbi amaçlarla kullanıldı ya da uyanık kalmayı sağlayan ve zihni açık tutan uyarıcı bir içecek olarak. Özellikle Geleneksel Çin Tıbbı’nın çok ilerlemiş olduğunu ve Çin imparatorlarının çoğunun bitki bilimci olduğunu düşününce bu da çok da şaşırtıcı değil, sonuçta Çin’de çay bitkisi pek çok farklı yerde yetişiyormuş.
Farklı yollarla ve farklı isimlerle çay neredeyse tüm dünyaya öyle veya böyle yayılmış ve pek çok farklı türü ortaya çıkmış. Yani içine süt koyan da var, fincan da içen de, cam bardakta içen de var, soğutup meyve suyuyla karıştıran da, içine limon sıkan da var, şeker atan da. Hatta sadece Theaceae familyasındaki bitkileri değil, daha pek çok bitkiyi kaynatıp içiyoruz: kuşburnu, adaçayı, rezene, zencefil… Biz her ne kadar siyah çayı sevsek de daha az işlemden geçerek tüketilen beyaz ya da yeşil çaylar bile var. Çayın serüvenini ve neden bu kadar çay içtiğimiz hakkında daha fazla okumak isterseniz, sizi de şuradaki yazımıza alalım.
Ayran
Ayran, oldukça eski bir içecek, aynı zamanda epey Türklük kokan bir içecek kendisi. Ekşiyen yoğurdun tadını seyreltmek için yoğurda su katan Göktürkler tarafından bulunduğu düşünülüyor. Sonrasında içerisine tuz da eklenmiş. (Ki eğer daha çılgın bir tarif istiyorsanız maden suyu eklemeyi deneyebilirsiniz, evet, böyle bir çılgınlık yapın bugün!) Yaz günlerinin vazgeçilmezi tabii. Ya da kebabın vazgeçilmezi. Çiğköftenin, lahmacunun, aklınıza gelebilecek lezzetli her şeyin yanında geliyor zaten. Ama aynı zamanda bu içeceğin Anadolu’ya adını verdiğine dair bir hikâye var.
Söylenene göre Kızılcahamam’ın Taşlıca Köyü’nde ‘Kırmızı Ebe’ adında yaşlı bir kadın varmış. Başını örttüğü kumaş kızıl diye böyle çağırılırmış kendisi. Bir gün Alaaddin Keykubat’ın bir tabur askeri köye girmiş, aşırı derecede susuzlarmış. Bizim Kırmızı Ebe de ayran yapmış, taş bir oluktan boşaltmış bir yayık ayranı. Tek bir yayık ayran mucizevi bir şekilde koca bir tabura yetmiş, oluktan dökülen ayranla her bir asker matarasını doldurmuş, kana kana içmişler. Kırmızı Ebe, ‘Doldurun yavruların, doldurun yiğitlerim!’ dedikçe askerler de ‘Ana, dolu!’ diye bağırıyorlarmış. Hz. İsa balık ve ekmeği dört bin kişiye nasıl bölüştürdüyse bir yayık ayran da bir tabur askere böyle yetmiş işte. En azından bu hikâyeyi dinleyince benim aklımda direkt bağlandılar. Ama hikâyenin bir aslı elbette ki yok, Anadolu isminin kökeni de Anatolia zaten.
Kahve
Kahve, tropik iklimlerin bitkisi, bugünlerde en çok Brezilya ve aynı enlemdeki nemli topraklarda tarımı yapılıyor. Ama ilk çıktığı yerin Etiyopya olduğu düşünülüyor. Rivayete göre Kaldi adındaki bir çoban keçilerinin garip bir tür bitki yediğini gözlemliyor. Bir önceki yazımı okuyanlar hatırlayacaktır, evet, yine keçiler! Sanırım insanlar doğayı ve hayvanları inceleyerek çok ilginç şeyler bulabiliyorlar. Neyse, çobanımız hayvanların, e tabii kafeinin etkisiyle daha enerjik ve hareketli davranmaya başladığını fark edince kendisi de bitkiyi denemeye karar veriyor. Aynı etkileri kendinde de görünce çekirdekleri bir din âlimine götürüyor. Âlim ise hoşlanmayıp reddediyor ve bitkiyi ateşe atıyor. Sonra ateşten kahve kokusu yayılıyor ve çok etkileniyorlar, böylece kavrulmuş çekirdekleri közlerden topluyorlar. Sıcak suyla karıştırınca dünyanın ilk kahvesini yapmış oluyorlar. Ama bu hikâyenin de uydurma olduğu söyleniyor.
Bazıları ise kahve ile Hz. Süleyman arasında da bir bağlantı olduğunu söylüyor. Rivayete göre Hz. Süleyman yolculukları sırasında bir şehre uğrar ve tüm şehrin hasta olduğunu görür. Cebrail’in buyruğu ile Yemen’den gelen kahve çekirdekleri kavrulur, bundan yapılan içecek tüm halka içirilir. Bu içeceği içen hastalar iyileşir, ilk içenin de Hz. Süleyman olduğu söylenir.
Tarihsel olarak bakınca ise ilk defa 15. yüzyılda Yemen’de ortaya çıktığı, akşam ibadetlerinde uyanık kalmak için sufîlerin kullandığı söyleniyor. Kahvenin bize ulaşması ise Yemen Beylerbeyi Özdemir Paşa’nın çok beğenip İstanbul’a getirtmesi ile oluyor. Biz ‘qahwah’ı alıyoruz, kahve yapıp Avrupa’ya gönderiyoruz, orada ‘koffie’ (Flemenkçe) oluyor, sonra bir bakmışız coffee olmuş.
İşte böyle günlük ayinlerimizin, sabah rutinlerimizin, güneşin altında serinlik arayışlarımızın başrolü olan bu içeceklerle bağdaştırılan hikâyeler, sıradan içeceklerin ardında işte böyle kurmacalar var.
Peki sizin bildiğiniz ilginç bir içecek hikâyesi var mı?
1 Comment
Enfes bir yazı, teşekkürler.