İnsanlığın ölümle ilgili deneyimi her gün yüzlerce şeye ilham veriyor: eninde sonunda, o eylem ne olursa olsun artık, akılda ölüm fikri olduğu için yapılıyor. Ya da ben öyle düşünüyorum, düşünüyordum. Yanan bir binaya kendini canhıraş (kelime seçimi!) atan da, fırçasını palete bastıran da, kendi canını alan da, bunu yazan da aklında ölüm olduğu için yapıyor bunu. Ya da en azından aklında ölüm varken yapıyor.
Hepimiz yürüyen ölüleriz ve bununla ilgili hiçbir sıkıntı yok, dünyanın en basit, en temel, en doğal gerçeklerinden olduğu gibi, bana bu kadar ağır bir konu hakkında konuşurken bu kadar uçarı olma hakkını bahşedecek kadar da sıradan. Cinsel ilişkinin neredeyse tüm toplumlarda tabu olmasının sebebinin bile bize o anın ölümü çağrıştırması gibi bir teori var sonuçta; ne yapıyorsak ölüm için, ölüme rağmen yapıyoruz. (Bu teori Ernest Becker’dan geliyor ve onun fikirleri bu yazıyı epeyce şekillendirecek.) Hepimiz zombiyiz, bir miktar da takıntılıyız ve olmamamız için hiçbir sebep yok, bir kâhinin çıkıp “Bir salı günü öleceksin,” demesi bizi o spesifikliğiyle nasıl çıldırtırdı ise, yine aynı şekilde “Bir gün öleceksin,” cümlesi de bizi çıldırtmaya yetebilir, neden farklı olsun?
Durumun pek öyle olmadığını fark ettiğimden beri bir miktar dehşete düştüğümü söylesem yanılmış olmam herhalde. Hatta belki bir bakımdan “zıttı” olduğunun ayırdına vardığımdan beri kalıplaşmış laflarla “hayata bakış açım değişti”. Çünkü belki de, konu ölüm ve ölmeye gelince hepimiz iflah olmaz tanrı tanımazlarız: bunu söylememin tek sebebi de inanmıyor oluşumuz. Hayır, dinlerden ya da tanrıdan bahsetmiyorum. Hayır, ölümden sonraki yaşamdan bahsetmiyorum, o başka bir konu. Benim bahsettiğim iman eksikliği ölümün ta kendisi ile ilgili.
Kimse öleceğine inanmıyor.
Ben bu fikri ilk olarak Aziz Nesin’in oyunlarını derlemiş kalınca bir kitapta, aslında epey de tesadüf eseri gördüm. Başına ödül konmuş suçlu Tarez, onu öldürmek istemeyen polis memuru, aralarındaki şu diyalog:
POLİS: Sen neden kendini öldürmüyorsun? En iyisi budur: Ben burda senin ölünü bulmuş olurum.
TAREZ: Hıh…Böyle konuştuğuma bakma! Hâlâ içimde, içimin gizli, çok gizli biyerinde, kurtulacağım diye belli belirsiz bir umut var. Gerçekten öleceğime kendimi bir türlü inandıramıyorum. Dahası, başımı gövdemden koparsalar bile sanki yine de yaşayacakmışım gibi geliyor.
POLİS: Hiçkimse öleceğine gerçekten inanmıyor, hiçbirimiz…
Bir İnsan Başı Üzerine Üç Sesli Üzünç – Aziz Nesin
Benim bu satırları okurken okuduğumu hissettiniz mi bilemiyorum, metnin uyandırdığı duygunun metinle çok az alakası olması üzücü, belki ışık perdeden doğru açıda süzülüyordu ve belki ben o gün beynimden doğru kimyasal reaksiyonu kazanacak öğle yemeğini yemiştim (eğer böyle bir şey mümkünse). Belki havamdaydım, belki de böyle bir alıntının sizi elektrik çarpmışsa döndürmesi için pek de havanızda olmamanız gerekiyordur.
Sonra bu fikri sıkıcı bir derste arka sırada gökyüzünü izlerken tattım, öğretmenimiz “Tam şu anda nerede olmak istersiniz?” gibi incelikli bir soru sormuştu da “Burası hariç her yer,” gibi haylaz bir cevap almıştı. “Evet,” dedim ben de kendi kendime, “eğer öleceğime inansaydım burada çürütmezdim kendimi. Demek ki inanmıyorum.” Ne de olsa kırk kişinin oturup sürekli beklemesi, hep ama hep beklemesi ciddi bir akıl tutulmasının eseridir demiştim: Matematik dersinin bitmesi, öğle molasının gelmesi, sınavların gelip geçmesi, tatilin yaklaşması, belki bir gün atanmak, sonra emekli olmak… E hayatımız sadece bir bekleme eylemi idiyse o zaman kimse öleceğini idrak edememişti ki!
Eh, her zaman bu kadar nihilist ve çekilmez biri değilim tabii ki, okulun oryantasyon haftası sancılı olur diyelim, sonra arkadaş ediniyorsunuz. Esprimi de yaptığıma göre yazının doğal seyrine geri dönebilirim: Ölümü de bekler miydik bu aynı durgun hal ile?
Bunu gerçekten, tam manasıyla, yapacak çok az insan var. Bütünüyle kavrayarak, tümüyle isteyerek yapacak daha da az insan var. Ben onlardan biri değilim ve Ernest Becker’a göre ölümün inkârı ve ölüme inanmazlığımız ne sadece Aziz Nesin’in iki repliği ne de benim ergenliğimmiş. Spesifik olacak olursak, kendi ölümümüz.
Ona göre evet, ne yapıyorsak aklımızda ölümle yapıyoruz ama inandığımızdan değil. Çünkü biliyoruz ama bilmiyoruz, insanlık olarak en basit kanunlara gözlerimizi kapamakta da ustayız. Ne yapıyorsak ölümsüz olmak için yapıyoruz, Tarez’in de dediği gibi “içimizde, içimizin gizli, çok gizli biyerinde, kurtulacağız diye belli belirsiz bir umut” olduğu için.
Düşünsenize, travmamızı sindirme konusunda daha ilk adımdan öteye geçememişiz bile. Kalp kırıcı, değil mi?
We build character and culture in order to shield ourselves from the devastating awareness of underlying helplessness and terror of our inevitable death.
The Denial of Death (1973) – Ernest Becker
Dünya üzerinde kibirle yürüyeceğimiz o kısacık vakti uzatmaya öyle takıntılıyız ki, sanat da bunun için var, bilim de. Irak’a giren Amerikan askeri de aslında bunun için giriyor. Gerçekten yüceymiş, veya onursuz bir eylemmiş, hiç fark etmez ancak kendimizden, kendi etimizden taşma isteğimiz çok fark eder. Hep daha büyük olmak arzuluyoruz, evlere sığmayalım istiyoruz, belki, eğer, ufacık bir ihtimal de olsa, bizden şüphesiz daha büyük bir şeyin parçası olarak örneğin, ölümsüzlüğün sırrını bulabiliriz sanıyoruz.
Yanılıyoruz.
Bundan daha kesin söyleyebileceğim çok az şey var: Abı hayat filan yok bize, ne yazı yazmayla ne de resim çizmeyle ölümsüz olmuyoruz. Din uğruna kan akıtmak ya da dökmek de ölümsüz yapmıyor. İster agresif, ister yardımsever bir eylem olarak savaş da bizi sonumuzdan kurtarmıyor.
Ben bu çaresizliğimizden nefret ediyorum.
Böyle çileden çıkarıcı bir tespit yapan kuramın karşısında başka bir tepki de verilebilir gibi durmuyor.
Yazının bu kısmında artık bir şifa önermem gerek okuyucuya, sorun da bu ya, bende olmayan bir şifadan bahsediyoruz. Yani, ölüme rağmen gidip günde yirmi ülke gezmenizi, Everest’ten bungee jumping yapmanızı öneremem, imkânsız olduğu kadar çirkin de olur. Fiziksel koşulların ve ekonominin bizi kabul etmek isteyeceğimizden daha fazla bağladığını fark ettiğimizde, metafizik olan bile daha acıklı hale geliyor, biliyorum. Peki ben tam olarak ne önereceğim?
Burası çetrefilli ya da hiç çetrefilli değil: her gün ne yapıyorsanız bir adım fazlası. Kendinizi durdurduğunuz küçük şeyleri yapın çünkü sizi başkalarının durduğu büyük şeylerle sınayacak değilim bu yazının sonunda. Normalden bir tık daha yüksek sesle müzik dinlemek ve derste elinizi olağan ortalamanızdan bir kere daha fazla kaldırmak, belki mikrofonunuzu bir kere fazladan açmak ya da telefonunuzun notlarında bekleyen şeyleri yapmak: izlemediğiniz bir film, denemediğiniz bir tarif, okumadığınız bir kitap, denemediğiniz parfüm, olumsuzlar üzerinden tanımlamaya devam edeceğim upuzun bir liste anlayacağınız. Kendi etimizden taşacaksak illaki, çünkü öbür türlü yaşamak cidden ıstırap dolu; o zaman azar azar yapalım, gözümüz yükseklerde ve imkansızlarda değilken, sadece huzur bulmayı amaçlıyorken.
Ellerinize, aynadaki aksinize ve masanızdaki kaleme bakıp sanki ilk defa görüyormuşçasına hayrete düşmek. Aslında her şeyin yeknesak, sıradan, değersiz olduğunu görüp inadına ilgi çekici, sıra dışı ve paha biçilemez olduğunu söylemek. Ne de olsa, biz, her gün aynı ilginçlikten yoksun haliyle doğup batmasına rağmen yıllardır aynı gaz topunu fotoğraflayan bir ırkız.
Çok farklı bir şey söylemedim, biliyorum, güneşin altında yeni bir şey yok.
Bu beyhudelik açık bir yara, elbette, belki de hiç kapanmayacak kadar hassas. Ancak kabuk tutsun dileğiyle yazıyorum ben de zaten. Ufak uğraşlarımız belki inkar edişimiz oldukları kadar bu yüzden de, ve insan nasırlaşmaktan başka hangi amaçla yazar ki?