Nintendo Switch için Golf Story diye bir oyun çıktı geçtiğimiz günlerde. Eğer bir Switch sahibiyseniz, oynamanızı can-ı gönülden öneririm. Çok enteresan küçük bir oyun Golf Story. Bir taraftan, ateri diye adlandırdığımız konsolların gününden çıkıp gelmiş golf oyunu mekanikleri var. Rüzgar var, topunuzun küçük bir çizgisi var, tam doğru zamanda basıp bırakmanız gereken tuşlar var; delikleri tespit ediyor, sopanızı sallıyor, topu sokmayı ümit ediyorsunuz.
Yalnız Golf Story, ismiyle müsemma bir biçimde bunun etrafına bir hikaye inşa etmiş. Hikayenin ahım şahım bir tarafı yok. Az buçuk otaku kültürüne ve bu kültürden taşıdığı suyla değirmen döndüren Amerikan video oyun estetiğine aşinaysanız çoğu karakteri ve olayı tahmin edebileceksiniz. Hatta direk ismini verelim, bir noktada Earthbound geçtiyse ömrünüzden, burada da göreceğiniz şeyler az çok belli. Bu epey özgün bir kombinasyon doğuruyor elbette. Çünkü bir tarafta aynı bir serüven oyunundaymış gibi farklı farklı diyar gezip, farklı farklı görevler yapıyorsunuz; öte tarafta da baya bildiğiniz golf oynuyorsunuz. Güzel geliyor kulağa. Fena da oynanmıyor.
Sorun şu ki, bu elimizdeki şey tabakta birbirine değmeden duran kuru fasulye ve pilava benziyor. Fasulye güzel. Pilav çok iyi. Bir kaşık ondan, bir kaşık da ötekinden alınca insanın keyfi çok yerine geliyor. Ancak gelin görün ki bir türlü karışmıyor bu kuru fasulye ve pilav. Aynı şeyi NBA 2K serisi yaparken de karışmıyordu. FIFA’nın The Journey modunda da, dürüst olmak gerekirse, çok had safhada bir karışma yaşanmadı.
Burada bu iki tadın neden birbirleriyle karışmadığını konuşmadan önce, zannediyorum ki ilk olarak karışmaktan kast ettiğimizi açmamız gerek. Gelin bir örnekle anlatalım. Hatta boşverin, direkt bir soru sorayım ben size: The Last of Us‘ın türü ne? PS3 ve PS4 için piyasaya sürülmüş, sürüldüğünden bu yana övgüler arasında boğulan muhteşem oyun The Last of Us, hangi video oyun türüne ait? Cevap tek başlı değil. Naughty Dog’un başyapıtında eşit oranda gizlilik oyunu, eşit oranda korku oyunu ve eşit oranda da serüven elementleri var. Ve bunlar karışıyorlar.
Gizlilik oyunlarının devamlı hareketlerini düşmana göre ve yavaş yavaş alma gereksinimi, korku oyunlarının tipik gerilimi ile birleşiyor ve oyuncu başarısız olduğu noktada tanıdık bir siper mekaniği ile zombilerle dövüşmek zorunda kalıyor. The Last of Us’ın hüviyetinde üç farklı oyun türünden görsel, işitsel ve tasarımsal ögeler bir araya geliyorlar ve özlerinden çok bir şey kaybetmeden, başka ögelerle koklaşıp daha güzel yeni bir şey çıkartıyorlar ortaya.
Buna kıyasla hikayeli spor oyunlarında ise hep bir kompartmanlaşma hâli var. Sahada yaptıklarınızla, ana hikaye arasında gerçekten çoğu zaman kurulan bağlantılar komik diyebileceğimiz kadar zorlama. “Hmm, demek öyle, bana kendini kanıtlamak için bir 3’e 3 basket maçı yapalım o zaman” ne kadar kopuk ise, “Maç çıkışı baban soyunma odasını bastı, ne yaparsın?” o kadar kopuk. Pek çok hikayeli spor oyunu oyun-hikaye-oyun tipi bir modelile karşımıza çıkıyor yani.
Sorunlardan elbette en büyüğü, karakterimizi devamlı aynı şekilde kontrol edemememiz. Basket sahasında koşturduğumuz adamı, dışarıda sadece konuşturabiliyor olmamız bu iki perdenin birbirinden sert ayrılmasına yol açıyor. Ve hakkını da vermek lazım, Golf Story bu konuda çok doğru adımlar atmış. Normal yürürken de bir anda yere top atıp, sopayla bir yerlere vurabiliyorsunuz. Delik yok, skor olmayacak; ama farklı oynanış kulvarları açılıyor bu sayede. Örneğin annesinin seslendiği bir çocuğun dikkatini kafasına golf topu atarak çekiyorsunuz. Bu karaktere girizgahınızı kolaylaştırıyor. Ama en büyük sorunu çözmüyor.
Sporun kendisinin içerisindeki hikayeyi nereye koyacağımıza dair hâlâ bir fikrimiz yok.
Benim naçizane en etkileyici bulduğum spor hikayelerinden biri Manchester United’ın ’92 neslidir. Altyapıda beraber oynayan Phil Neville, Gary Neville, Paul Scholes, Ryan Giggs, David Beckham ve Nicky Butt altılısı beraber as takıma yükselmiş, giden yıldızların yerine bir anda sahaya sürülünce ilgi odağı olmuşlardır. İlk başta sendelerler, ama sonradan beraber inanılmaz dramatik son dakika golleriyle kazanılan Şampiyonlar Ligi’nin baş aktörleri hâline gelirler. Beckham hariç bu gençlerin hepsi Manchester şehrinin yerlisi çocuklardır ve bugüne bugün hâlâ da orada yaşar, beraber takılırlar.
Bu çocukluk arkadaşlarının arasında -eğer takip ettiyseniz bilirsiniz- neredeyse beraber askerlik yaşamış bir yakınlık vardır ve aynı masaya oturdukları zaman da gerçekten askerlik gibi anılar anlatmaya başlarlar. “Koç bir gün beni bir bastı var ya” diye başlayan anılar yani, bildiniz mi? “Ben yapmıştım o asisti. Tabi. Scholes yapsa öve öve bitiremezdiniz” gibi hatıralar, sporun rekabeti ve takım oyunlarının bağlayıcı yönleriyle kuvvetlenen öyküler. Hikayeli spor oyunlarının bunu organik olarak nasıl yaratacağına dair işleyen pratikleri var, ancak bir yandan organik olarak yaratılan şeyi ara sinematik gibi, diyalog sahneleri gibi daha naratif olarak sabit şeylerle nasıl bağdaştıracağı konusunda hiçbir fikri yok.
Akla ilk gelen yöntem, Fable vari bir şöhret sistemi belki de. Bilen bilir, Fable’ın ana sütunlarından biri NPC’lerin sizin yaptıklarınıza göre size tepki vermesidir. Çok iyi bir kahramansanız siz yürürken köylünün nefesi kesilir hayranlıktan. Kötü kötü bir insansanız yolunuzdan kaçarlar. Hikayeli bir spor oyununda da yerel bir kasabanın çocuğu olarak başladığınız macera ilerledikçe imza isteyenler yüzünden sokağa çıkamayacak hâle gelmek ilginç olabilir. Ancak bu olacaksa, bunun tersi de mümkün kılınmalıdır oyunun içinde. Yani o son dakika golünü kaçırma ihtimali de bulunmalıdır. Bulunmalıdır ki, kaçırınca da gidip bir yüzümüze tüküren kasaba ahalisini hissedelim.
Bundan çok daha fazlası da türetilebilir. Bir gün de türetilecektir büyük ihtimalle. Ne zaman gelir, hangi cepheden çıkar bilemiyoruz, ama son bir ümit hakkımız varsa, onu da şu temenniyle kullanmak isteriz: Ne olursa olsun, yeter ki şu reklamı andırsın: