Horizon: Zero Dawn senenin en iyi oyunlarından biri olabilir. 2017 de geek dünyasının en iyi yıllarından biri olabilir. Öncelikle bunları not düşerek başlayayım yazıya. Daha nuh demeden, destur demeden üzerimize hayırlara vesile bir ton oyun, film, çizgi roman bıraktı ve öyle gözüküyor ki daha üçüncü ay dolmadan sunduğu iki şey (Logan ve Horizon) bizi sene sonuna kadar müptelası edecek.
Bu konuda anlaştıysak, esas meramıma geçmek isterim ufaktan. Horizon: Zero Dawn; herhalde spoiler olmayacaktır, çok belirgin ve nevi şahsına münhasır bir açılış sahnesiyle başlıyor. Her oyun ilk sahnelerinde üç şeyle yükümlüdür: Bizi ana karaktere ısındırmak, dünyayı tanıtmak ve en tatsız olanı, mekanikleri öğretmek. Dürüst olmak gerekirse Horizon için üçüncü görevi mükemmellikle ifa ediyor diyemeyiz –o konuda The Witness’ın koyduğu çok yüksek çıta hâlâ duruyor– ama ilk iki tarafta resmen kusursuz. Ve bunun da tek bir sebebi var. Horizon karakterimizin çocukluğuyla açılıyor.
Dünya fantastik. Epey fantastik hem de. Ben çok bir şey açık etmek istemiyorum sizin o tecrübeyi yaşayabilmeniz adına, o yüzden kabaca fragmanda gördüklerinizden anlatayım: Düzenli olarak mekanik dinozorumsu yaratıkları avlayan kabilemsi bir toplum var. Bu cümlenin hiçbir kısmı tek başına kabullenilecek denli kolay değil, alıştıra alıştıra söylenmesi gerekiyor. Üstelik ana karakterimizin de bir çuval dolusu geri plan hikayesi var. E bir yandan çok tatlı, avlanma / iz sürme / gizlilik bazlı bir oynanış kokteyli var, o da diğer oyunlarda çok gördüğümüz türde bir şey değil… Bunların hepsi bir anda anlatılacaksa, ilk bölümün önemi iyice artar. Çünkü işi yüzünüze gözünüze bulaştırırsanız, kitlenizin yüzde yetmişi onuncu dakikada ya kendini yorgun hisseder, ya da kafası karışmış.
Horizon bunların hepsinden ustalıkla sıyrılıyor, çünkü oyunu oynadığınız ilk dakikalarda küçücük bir çocuksunuz. Üstelik kabileden dışlanmış bir çocuksunuz. Bütün dünya size zaten garip geliyor. Guerilla Games, bu noktada çok kasti bir karar almış. Hepimizin en fazla sorgulama yaptığı, dünyayı anlamaya çalıştığı yaşlara koymuş Aloy’u. Böylelikle de iki durumu sağlama almış: Aloy ile birlikte, biz de her şeye “Bu ne? Bu n’apıyor? Bu nereden gelmiş?” diye soruyor ve cevaplarını almaya çalışıyoruz. Ve Aloy ile aynı şeyleri merak ettikçe, Aloy ile daha bütünleşiyoruz.
Bunu yapan bir oyun daha vardı anımsarsanız.
Horizon, bu kararıyla bana hâlâ rol yapma oyunları tarihinin en haksız yere konumlandırılan serisi Fable’ı o kadar hatırlattı, o kadar hatırlattı ki anlatamam. Esasında ne dünya, ne karakter, ne de mekanik olarak hiçbir ilgisi yok Fable ile Horizon’ın. Dediğim gibi, Horizon daha ziyade avcılık konsepti üzerinden giderken Fable’ın tematik ve mekanik merkezinde kahramanlık var. Biri füturistik bir fantazi sunuyor, diğer ise Orta Çağ-vari. Biri buram buram kızılderili kültürü kokuyor, ötekisini ise tutsan paçalarından Anglo-Saksonluk akacak.
Ama iki oyun da, karakterinizin çocukluğunda başlıyor ve bunu yaparken spesifik olarak aynı şeyleri amaçlıyorlar. Dünyayı ve mekanikleri organik bir şekilde tanıtmak. Ve karakteri içselleştirmemizi, kendimizle bütünleştirmemizi ve her şeyden önemlisi; karakterin hayatını yaşıyormuşuz gibi hissetmemizi sağlamak. Ki zaten, daha önce de bu sayfalarda çok söyledik ama, bu şeyleri yaptıktan sonra elindeki her türlü mekanik ve arka planı oyuncuya çuvalla satarsın…
Neyse. Horizon müthiş bir oyun demiş miydim?