Arrival, hakkında konuşması zor bir film.
Çünkü filmi sevip sevmeyeceğiniz onu nasıl yorumladığınıza bağlı. O yüzden gelin bu yazıyı genel bir film incelemesi yerine benim nezdimde şekil bulan yorumu olarak düşünelim. Bu durumda yazının spoilerla dolup taşacağını tahmin edersiniz fakat ben kendini tutamayıp film hakkında görüş almak isteyerek yazıya tıklayan okuyucularımız için yazının başını temiz tutacağım. Bir noktada spoiler uyarısı yaptığımda ise filmi izlemeyen okuyuculardan yazıyı terk etmelerini rica ediyorum. Çünkü Arrival bir keşfediş öyküsü, filmi taşıyan şey bir sonraki sahnede yeni bir şey öğrenme ihtimaliniz oluyor ve bu spoilerla mahvedilmemesi gereken kadar değerli bir hikaye anlatım biçimi.
Arrival uzay ve uzaylıyı konu alan çoğu bilim-kurgudan daha farklı bir rotada hareket ediyor. Filmin derdi uzaylılar veya onların Dünya’ya gelişi değil. Hatta sorulması zorunlu olduğu anlar dışında uzaylıların biyolojik yapıları veya Dünya’ya nasıl geldikleri sorgulanmıyor bile. Filmin asıl derdi insanın yabancı olduğu bir canlıyla kuracağı ilk iletişim ve bu iletişimin gelişimi. Bu noktada canlının uzaydan ya da derin okyanuslardan geliyor oluşunun bir önemi yok. İnsanın yabancı olduğu şeye yaklaşım biçimi önem teşkil eden şey.
İnsan ve uzaylının karşılaştığı noktada incelenenin insan olması, Arrival’ı uzaylı bilim-kurgularından farklı kılan nokta. Uzay araçlarının Dünya’nın 12 farklı yerinde belirdiği anda ekranda uzunca bir süre uzay aracının gösterilmesine tenezzül edilmeyip önce devletlerin ve insanların duruma tepkisinin incelenmesi sanırım söylemek istediğim farklılığın açık kanıtı. Arrival, çok başarılı olan oyuncu performanslarını, efektlerini, müziklerini, çekimlerini hesaba katmazsak bile sırf farklı duruşu için izlenmesi gereken bir film. Tam bu anda filmi izlemeyen okuyucularımızın sayfayı kapatması ve en yakın sinema salonunun seanslarını kontrol etmesi gerekiyor. Filmi izleyen okuyucularımız, isterseniz devam edelim. Bundan sonrası SPOILER.
Bir uzay aracı Dünya’ya indiğinde ilk gördüğümüz şeyin tepkiler olduğundan bahsettik. Film gerçekten de insanlığın duruma vereceği tepki çeşitlerini çok güzel inceliyor. Agresif, fırsatçı, hoşgörülü, ürkek… Arrival bu tepkileri başta ülkelerin politik duruşlarını temel alarak sonra da halkın ve bireyin nasıl bir tutum sergileyeceğine dikkat ederek ele alıyor. Verilen tepkilerin ve onların sonuçlarının birbirlerine olan etkisi Dünya’nın aslında domino taşlarından yapılmış bir eser olduğu izlenimi uyandırıyor. Film boyunca bir takım taşların sallandığını gördüğünüzdeki gerilim ve uzlaşmanın bütün taşları yerinde tuttuğunu gördüğünüzdeki huzur hissi filmin bu dengeyi ne kadar gerçekçi kurduğunun bir işareti.
Filmin kolonundan, iletişimden bahsedelim. Açık konuşayım Dünya dışı bir canlıyla iletişim kurmak için danışılan ilk kişilerden birinin bir dilbilimci olması filmin başında bana absürt gelmişti. Bu bilim insanının Dünya’da var olan tüm dillere hakim olsa dahi çok farklı koşullarda, insan dili etkileşiminden uzak yaşayan bir canlının dilini çözümlemesi olası gelmemişti. Louise eline tahta alıp bir kelime yazdığından ise aydınlanma ile beraber cahilliğimden utanma durumu yaşadım. Elbette bildiğin bütün dillere yabancı olan bir canlıyla sağlıklı iletişim kurmanın en kesin yolu yazıydı. Yazı dillerini karşılıklı olarak tanıtmak ve kavramak… Adım, adım; sabırla.
Arrival sayesinde yazının kudretine bir kez daha tanık olduk. Dilin canlının düşünme biçimi üzerindeki baskın etkisini kurgu yoluyla anlatılabilecek belki de en iyi şekilde gördük. Özellikle zaman kavramından yoksun bir dilin alfabesinin yuvarlak sembollerden oluşuyor olması uzun zamandır bir filmde gördüğüm en zekice detaylardandı. Bir şeklin kurguya ikna edicilik katabiliyor olmasını öğrenmek ise uzun zamandır bir filmden filmlere dair aldığım en iyi dersti. Filmin bu kolunun enlerle bezenmiş olması şaşırtıcı değil. Çünkü iletişim, filmin serim, düğüm ve çözüm bölümlerinin her birinin göbeğinde yatıyor. Film finaline kadar iletişim, filmin çözümü için bir araç gibi gösterilirken finalde anlıyoruz ki düğümüne neden olan ve çözümüne sebep veren amaç da iletişimin ta kendisi. Üstelik iletişimin sadece uzaylı-insan ilişkisinde değil devletler arası ve bilimler arası ilişkilerde de vurgulanması değerli bir özellik.
Louise’in hayatından kesitler içeren ve çoğunlukla kızını temel alan sahnelere getirilen açıklık da filmin bahsedilmesi gereken yönlerinden. Filmi izleyen birçoğunuz hatta belki de hepiniz gibi ben de o sahneleri travmatik flash-backler olarak düşündüm. Bu bizim dikkatsizliğimiz değildi tabii, film tam olarak bunu düşünmemiz için kurgulanmıştı. İplerin kopup twistin açıklandığı noktaya kadar kızının ölümü Louise için amaçsızlığa düşme nedeni ve bu yeni araştırma ona amaç veren bir olay gibi gözüküyordu ya da geçmişten parçalar olduğunu sandığımız sahnelerdeki bazı imgeler (çizimde yer alan kafesteki kuş, hamurdan yapılan Heptapot…) olacakların en başından beri Louise’in kaderi olduğu veya onun çok önceden bu işi yapmak için damgalandığı illüzyonunu oluşturuyordu.
Aslında tüm o gördüklerimizin gelecekten kesitler olduğunu öğrendiğimizde Louise’in Heptapotlara bağlılığı, kesitleri izlerken kulağa önemsiz gibi gelen repliklerin aslında bir sonraki sahnede izleyeceklerimizin birer yansıması olduğu gerçekleri gün yüzüne çıktı ve filmin o anına kadar zaten şüphe etmediğimiz gelişmeler çok daha sağlam bir temele oturtuldu. O kesitler Heptapotların Louise’e -yaymasını umarak- verdiği bir armağan, bunca zahmetin asıl amacıydı. Filmin başında bahsi geçen bir teoriden ibaret gibi gözüken, bir dili tümüyle öğrendiğinde o dilin sahipleri gibi düşünmeye başlarsın hipotezi, filmde kendini kanıtladı ve Louise’in zihni zaman kavramının tanınmadığı bir bölmeye sahip oldu.
Bu twist övüldüğü kadar kafa da karıştıran bir hareketti tabii. Çünkü zaman kavramına sahip olmayan bir düşünce biçiminin işlenişi, zaman kavramına sıkı sıkıya tutunan beyinlere sahip bizlere açıklanabilecek bir durum değildi. Bu nokta Arrival’ın çoğu bilim-kurgunun da yaptığı gibi bilinemeyene sığındığı nokta oldu. Ama bilim-kurgunun büyüsü biraz da bu değil mi zaten? Kavrayacabileceklerimizin biraz ötesinde çözüm bulmak…
Arrival’ın zaman zaman gergin zaman zaman heyecanlı şekilde etkileyici hallere bürünmesini sağlayan etkenlerden biri ise müzik. Film belli noktalarda müziği, duygunun verilmesinde yardımcı rol olarak değil bizzat başrol olarak kullanmış. Örneğin kameranın bir televizyon ya da bilgisayar ekranı aracılığı olmadan doğrudan uzay aracını gördüğü ve sadece uzay aracını kadrajını almakla kalmayıp çevresine kurulan askeri ve bilimsel üniteleri de tek planda çektiği o sahnede duvara sürtülen tırnaklar enstrüman olarak kullanılmışçasına çalan müzik olmasa belki de gerektiği kadar gerilemeyecek hatta belki sadece heyecanlandığımızla kalacaktık. Ancak kullanılan müzik tek başına dinlendiğinde hiçbir kulağa hitap etmeyecek bir eser olsa da o sahneyle birleştiğinde insana iliklerine kadar gizemi, endişeyi, gerginliği hissettirebildi. Müziğin başrol olarak kullanılmasından kastım ta olarak bu.
Bilim-kurgu mevzu bahis olduğunda elbette efektlerin kalitesi de verilmesi gereken sınavlar arasındaydı. Arrival’ın o sınavı geçtiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Interstellar gibi kara deliklerle, uzay istasyonlarıyla uğraşmak zorunda olan bir film değil Arrival ama en az onlar kadar ikna edicilik isteyen bir şeyin, bir yaşam formunun üstesinden gelmek zorunda. Filmde karşımıza çıkan ve yedi ayaklı oluşları nedeniyle Heptapot olarak adlandırılan uzaylıların mürekkep balıklarından esinlenilerek oluşturuldukları çok bariz. Ancak ben onları daha çok bir elin parmak uçları zemine temas edecek şekilde dik halde duruşuna da oldukça benzettim. Bu iki biçimin birleşimi çok orijinal olmasa bile ilgi çekici bir form oluşturmaya yetmiş.
Benim filmin görselliği hakkında uzaylılardan daha çok konuşmak istediğim bir detayı var: Şeffaf duvarın uzaylıların durduğu tarafındaki atmosfer. Başta gizem yaratmak için sisli resmedildiğini düşünebileceğiniz bu ortamın zaman geçtikçe aslında bizim atmosferimizden daha yoğun bir halde olduğu anlayabiliyorsunuz. Heptapotların hareket ederken havayı itişi, uzuvların ince haldeyken kolay hareket edip açıldıklarında süzülür bir hal alması cam duvarın öteki tarafında işlerin farklı olduğunun mesajını veriyor ve nihayet Louise o ortama ayak bastığında atmosferin neredeyse sıvı olacak kadar yoğun bir halde olduğunu görüyoruz. Bu orijinallik adına efektlerle yapılmış en güzel kısım. Bunlar haricinde uzay aracının alyuvara benzeyen şekli de orijinalliğiyle övülmesi gereken bir görsel.
Filmi omuzlarında taşıyan aktris Amy Adams benim izlemekten zevk alamadığım aktrislerden biri. Ancak Arrival’daki performansına diyecek bir laf bulamadım. Özellikle Louise’in olayların ağırlığını ilk hissettiğindeki hallerini profesyonellikle yansıtabilmiş Adams, filmin insana dönük olan bakışının altında ezilmemiş. Esas oğlan Ian’ı oynayan Jeremy Renner da ondan isteneni yerine getirmiş. Ancak karakterinin fragmanlarda gösterilen kadar göz önünde olmadığını söylemeliyim. Ian da birçok şey gibi Louise’in çözüme giden yolunda kullanılan araçlardan biri olmuş. Tabii kızının kanser olup öleceğini zamanda ileriyi görebilen eşinden öğreneceğini duyduğumuzda karakterle empati kurabiliyor olmamız hem Renner’ın hem de senaryonun başarısı. Bir de “Beni asıl etkileyen onlarla tanışmak değil seni tanımak oldu.” şeklinde romantiklikten öte filmin derdini açıklayıcı bir repliği asaletle taşımıştı sevgili Renner.
Filmin belki de eleştirebileceğim tek yanı, Heptapotlar amacına kavuşup kendi dillerini öğreterek insanlara barışın ve geleceğin armağanını verdiğinde bu olayın Dünya nezdindeki sonuçlarını yeterince göremeyişimiz olabilir. Kısa sahnelerle dilin kuşaktan kuşağa yayılıyor olduğunu ya da ülkelerin “barış” yazdığına emin olduğum bir bayrak altında toplandığını görmüş olsak da Heptapot dilinin dünyaya olan etkileri, Louise’in Ian’la yaşadığı aşkın anlatıldığı sahnelerden zaman çalınarak, gösterilse salondan tam tatminle ayrılırdım. Ancak bu tatminsizliği Arrival’ın bir hatası değil tercihi olarak kabul etmeliyiz çünkü film en başından beri yaşananların etkisini olabildiğince öznelde göstermeyi tercih ediyor.
Orijinallik arayışıyla debelenen sinema çağında böylesine orijinal notalara basan bir filmin bahsinde sürçü lisan ettiysem affola.