Kabul; Daredevil‘la ilgili heyecanımın, ilk bölümün bitiminden başlamış olması; Jessica Jones’ta ise belirgin bir durağanlık hissetmem; karakterleri enteresan yapan şeylerin ön plana çıkmasıyla direkt bağlantılı. Matt Murdock’u yıllarca çizgi roman sayfalarında diğerlerinden ayıran şeyler, dizide ilk bölümde yerine oturuyordu. Jessica’da ise öyle olmadı. Karakterin alametifarika duruş ve tavırları, ilk bölümde pek çıkmadı karşımıza. Ama ikinci bölüm, bu konuda bambaşka bir kapıydı.
Evveliyatla söyleyip, aradan çıkarmak gerek. Ben dünya üzerinde şu diziyi izledikten sonra Luke Cage’i ‘gelecekte mutlaka izlenecek diziler’ kategorisine eklemeyecek bir Allah’ın kulu tanımıyorum. Mike Colter daha ilk dakikaden gösterdiği şahane sempatik performansı, bu bölümde de katmer katmer katladı. Bardaki dövüş sahnesi, zaten harikaydı. Bir Daredevil koridoru beklemeyin; ama eğlencesi, gazı garanti bir sekanstı. Hoş, daha iyi bir müzik kullanıp bizi mest edebilirlerdi; ama onu da son sahnede Cage’le en özdeşleşen kelime olan unbreakable‘ı çok tatlı bir şekilde diyaloga sokuşturmalarına sayalım. İlk başlardaki Cage – Jones diyalogları biraz lüzumsuz, biraz da olgunluktan uzak sahnelere sebebiyet vermişti; sağ olsunlar, bölüm içinde kapattılar açığı.
Ama yine de, bölümün parladığı yerler buralar değildi. Jessica Jones eğer kendisine özgü bir imza bırakmak istiyorsa, ilerleyen bölümlerde de bu bölümde çok iyi yaptığı soruşturma segmentlerini yerinde kullanmaya devam etmek zorunda. Jones’un sağa sola gidişi, adım adım izleri takip edişi; hem inandırıcıydı, hem de sürükleyiciydi. Bu noktada sonuca giden adımları ne CSI’ın “deus ex machina testinin sonuçları geldi, katilimiz 1.60 boyunca İtalyan bir ayakkabıcıymış” havadan inmeliğe, ne de “şu ipucunu zaten bir yıldır fark etmemiş olman hata” barizliğine yaklaştırmamayı başarmaları; hamurun bu yönde sağlam olduğunu ispatlıyor. Umarız daha da üzerlerine giderler.
O soruşturmanın yarattığı sonuçlara gelecek olursak… İlk sahnesini birebir Alias ile aynı açan dizi; çizgi romandan iyice, böğrüne ardına vurarak uzaklaştı. Jones‘un Purple Man’den kurtuluşunu zaten çizgi romandaki gibi veremezlerdi; neticesinde Jones, Kilgrave’in kendisine “senden çok sıkıldım, Daredevil’dan da nefret ediyorum, git şu Daredevil’ı vur, Avengers malikanesindedir zaten” demesinin üzerine, zihin kontrolünden ambale olmuş Jones’un Daredevil sanıp Scarlet Witch’e dalması, ve akabinde Avengers’dan yediği temiz dayak sayesinde kurtuluyordu. Burada ise bunu bambaşka bir şeye bağladılar. Açık konuşmak gerekirse, bunun –ve ipin ucunun bağlandığı yerin– çok daha inandırıcı olduğunu söylemek gerek.
Yalnız, bu soruşturma esnasında Purple Man’in zayıf noktasının bulunmuş olması pek hoşuma gitmedi. Çizgi romanlarda Jones ve Kilgrave’in münasebetini eşsiz kılan şey; Jones’un düşmanına karşı tamamen çaresiz olması, ve sonunda net bir zafer kazanamaması. Hikaye boyunca sizi çeken, geren ve daima koltuğunuzun ucunda kalmanızı sağlayan şey bu çaresizlik zaten. Jones’un eline kullanabileceği bir Aşil topuğu vermek; bana soracak olursanız ileriki bölümlerde yaşamamızı isteyecekleri muhtemel bütün gerginliği buruşturup çöpe atıyor. Jones’un Kilgrave’e karşı mücadelesi, bir dönem daha umutsuz gitmeliydi… Ya da belki, ilerleyen bölümlerde bunu da arttırırlar. Göreceğiz.
Yazıyı kapatmadan önce; söylemek gerek; Rachael Taylor‘ın dizide Hellcat’i, yani Patsy Walker’ı oynayacağı söylendiğinde; hâliyle bunun bir Carol Danvers yedeklemesi olduğunu düşünüp, kafamda karaktere çok da kredi açmamıştım. Vay babam, vay bacım; o nasıl bir yanılmak öyle? Hem Taylor’ın çizdiği Walker karakteri çok başarılı; hem de senaristlerin ona belirledikleri hikaye akışı merak uyandırıyor. Ne yalan söyleyeyim, dizide bu karakteri bu kadar seveceğimi tahmin etmiyordum!