Çizgi romanların tanıdığı serbestlikte, eli ve zihni kıvrak insanların birleşiminin neler yarattığını yeterince takdir ediyor muyuz sizce? Çünkü bazen benim aklım almıyor. Nasıl oluyor da buruşuk kağıtlarda başlayan kalem izleri, milyonlarca insanın adeta tapındığı karakterlere dönüşüyor? Ve nasıl o karakterlerin taşıdığı güçlü sözler, toplumda karşılık bulup hak savaşını destekleyebiliyor? Hiç olmazsa nasıl Alan Moore’un kurmaya başladığı bir köprüyü, günün birinde geçen kişi Christopher Nolan olabiliyor?

Bana bu şaşkınlığı yaşatanların vesilesiyle, Joker’den bahsedeceğimi başlıkta açık ilana çıktım zaten. O halde altını hemen doldurayım: Batman: Dark Knight ertesinde karşımıza empati kurabildiğimiz bir Joker çıkartan Todd Philips’in ikinci filmine, 4 Ekim 2024 tarihi düşüldü. Muhtemelen çoktan duyduğunuz gibi fragmanı da geçtiğimiz haftalarda vitrine kondu.

Film çıktığında bol bol yorum yaparız. Ama o günlere gelmeden önce, ısınma niyetine sizleri Joker’in peşinde sürükleyeceğim bir süre, var mısınız? İlk yazıyla da antagonistliğin geleneklerini yerle bir eden karakterimizin ilhamının derinlerine ineceğiz. Yalnız uyarayım, kaos adamımızın yaratımı kişiliği kadar dramalı. Dolayısıyla Bill Finger’in kalemine eşlik eden Bob Kane ve Jerry Robinson üçlemesinin gösterdiği hedefte ilerlemek epey çetrefilli olacak.

Ben bu dramayı ilk kez duyuyorum diyenler için de özeti şudur: Bob Kane ve Bill Finger resmiyette geçen yaratıcılar. Joker’in ilhamını The Man Who Laughs filmindeki Conrad Veidt’in korkutucu sırıtışından aldıklarını anlatırlar röportajlarda. Ancak o zamanlar genç bir çizer olan Jerry Robinson’ın savı bambaşkadır. Ona göre karaktere hayat veren şey onun ofise getirdiği Joker kartıdır.

Bu denli dev isimlerin anlaşamadığı bir ortamda kim haklı veya ortada bir haklı var mı belirsiz. Hükmü ben veriyorum o halde, bence hepsinin dediklerinde doğruluk payı var. Victor Hugo’nun yazdığı bir romana dayanan film, Joker’in toplumdan soğuma sürecini ve izolasyonunu tamamlarken, ortaya sürüldüğünde belirsizlik doğuran kartın hikayesiyse bambaşka diyarlara davet ediyor bizi. İki yolu da takip etmeyi seviyorum şahsen.

The Man Who Laughs

Bazı yazarların kelimelerle tılsımlı bir anlaşması vardır ve Victor Hugo da o konseyi yönetenlerden biri. Onun adaletsizliklere yönelttiği eleştirilerinin inceliğine kalbimi kaptıralı çok oldu. O sebepten Joker’e başlangıç noktası verdiğini öğrendiğimde, bir kuple çığlık dalgası koyuvermiş olmam çok görülmemeli. Semptomum hayranlık kesişmesi, bu dediğimi kült yapımların birbirine kıvılcım atmasına bayılanlar anlar. Romantik akımı benimseyen yazarın The Man Who Laughs kitabında, yine Quasimodo’yu andıran bir talihsiz karşılıyor bizi. Ameliyatla sonsuza kadar gülmeye mahkum edilen Gwyneplaine’in trajedisini ağırlıyoruz sayfalarca. Yüzüne yapılanlar geçimini sağlamak için tek kaynağına dönüşürken, ondan gasp edilen konumu da ortaya koyuyor. Ve bir müddet sonra intihara sürüklenişinin nedenini de…

Romanda deformite yalnızca travmanın başlangıcını temsil eder, kahramanımızı sona ulaştıransa toplumdan ısrarlı dışlanma halidir. Yani insanların verdiği zararla başlayan hikaye yine onlar sayesinde biter. E durun şimdi; travma dedim, zoraki deformasyon dedim ve toplumla dalaşma dedim. Benzerlik dikkatinizi çekti mi? Mesela üçlemede küresel fenomene dönüşen Batman:Dark Knight’ta yüzündeki izin nedenini vurgulayan alternatif hikayeler anlatıyordu Joker. Attığı palavralar arasında doğruluk kırıntısı varsa, o da özünde psikolojik zorlantıları işaret ettiği kısımlardır derim. Sanki ne yaparsa yapsın olduğu gibi kabullenilmediğinden ve sevdiklerinin onu hırpaladığından dem vuruyordu her bir versiyonunda.

Todd Philips ise katıksızca attığı kahkahaların arasına ve annesinin yüklediği mutluluk misyonuna işlemişti Arthur Fleck’in sakatlanan ruhunu. Açıkça bir yara izi kondurulmasa da bedenine, bir zamanlar yapılan ihmalin sonucunu beynine aldığı darbede taşıyordu. Darbenin etkileri de rahatsız bakışları beraberinde getiriyordu. Yani Joker, yaralarından ziyade o yaralara verilen tepkilerden doğan bir süper kötüydü bu kez. Filmin en can alıcı tespiti, akıl hastalığını halı altına mı tıkıştırıyoruz dedirtiyordu.

Ve hatta arttırıyorum; çizgi romanlardaki başlangıç hikayesinde, kimyasalın içine düştükten ve yeşil saçlarla beyaz tene sahip olduktan sonra, geri dönüş söz konusu muydu ki artık onun için? Kapı komşusu garip gözle bakmaz, annesi arkasından konuşmaz diyebilir miydik rehabilite olma teklifini kabul eden, tövbekar bir Joker’e? Zaten herhangi bir hikayesinde avaz avaz, onu ve benzerlerini saflarından atmaya çalışanlara duyduğu öfkeyi yüzümüze haykırmıyor mu?

Tabii ki niyetim masum göstermek de değil kara şövalyenin baş düşmanını. Dediklerim daha çok toplumu terazinin diğer kefesine koyduğumda ağır gelenlerle ilgili. Çünkü adalet, tüm koşulları dikkate almaktan geçer. Çünkü o noktada şu sorunun getireceklerini merak etmeden duramıyorum: Ya onu kritik değişimine düşmeden önce, tam zamanında duyan birileri olsaydı?

Tarot Kartları

Victor Hugo güdümlü tepkilerimi ilettikten sonra, gelelim oynandığı masalarda kuralları ters yüz eden bir kartın, karakterin ilhamını hangi noktaya kadar ilerlettiğine. Bu soru yazının bundan sonrasını meşgul edecek kısım. Sırasıyla bir kartın dar çerçevesine yerleşen figüre ve o figürün de ardındaki tarihe yollanacağız.

İskambil’de Joker’in işleyişi bozduğu muhakkak. Eline gelen kişiye oyunun tüm seyrini değiştirme hakkını verişiyle kiminin en sevdiği kiminin de itiraz ettiği bir kart. Dümdüz şans faktörü aslında. Yürü ya kulum dediğini ihya ediyor. Herhangi bir kart yerine geçebilmesi de değişken mizacını vurguluyor. Sıfır numarasıyla tanımlanması bu etiketsizliğinden geliyor zaten. Sınır dışında, toplum kurallarından azade bir yerde, tıpkı bizim Joker gibi. Adı şakayı çağrıştıran kartın kökeninde Euchre adlı Alsas bölgesi oyunu var. Onun atası ise Juckerspiel oyunu. Peki onların da yüksek ihtimalle tarottan geldiğini biliyor muydunuz?

Eğer spiritüel olaylara meraklıysanız belki bir öğleden sonra baktırmışsınızdır tarot falınıza. Ya da işim olmaz mistik şeylerle diyenlerdenseniz, mutlaka arkadaş muhabbetlerinde bahsi geçmiştir. Hatta oyun niyetine bile oynamış olabilirsiniz. Zaten kartların çıkış noktasının, oyun olduğu tahmin ediliyor. Bir tek menşei tartışmalı. Bazı araştırmalarda Çin’de 13. yüzyıla dayanan bir kağıt oyunu var, oradan türemiştir denirken; bazılarında da Hindistan’da tanrı Vişnu’nun sembollerine işaret ediliyor. Onları Avrupa’ya taşıyanlar tapınak şövalyeleri, ticaret kervanları ya da göçebe topluluklar olabilir. Bizi ilgilendirense, kart düzenine sonradan dahil olan The Fool kartı; iskambil kartlarındaki jokerin atası.

Kart genelde aptal veya deli diye isimlendiriliyor. Çünkü merkezinde kimi zaman uçurum kenarına yürüyen aşık bir genç; kimi zaman da köpeklerin kovaladığı, bohçasını sırtına atıp kaçan meczup temsili var. Aklını yitirenler, coşkun ve aşırı davranışlılar için konmuş desteye. Aynı zamanda yeni şeylerin arifesinde olmayı da simgeliyor tarotta. Kaynağını soytarıdan alıyor. Palyaçoyla karıştırılmaması gereken, ondan çok daha hin ve cin fikirli soytarıdan. Peki soytarılık hayatımıza nereden girmiş ki o vakte kadar?

Doğaçlama Komedi Tiplemeleri

Maenad yazımı okuduysanız hatırlarsınız, Dionysos şenliklerine dayandırmıştım tiyatronun başlangıcını. Keyiften doğan yaratıcılığı benimsedikçe, çeşitli tiplere büründükleri festivaller yaptılar tanrı adına antik halk. Özellikle satirlerin şakacı oyunlarda canlandırıldığını biliyoruz. Keçi postuna bürünenlerin, bugün binbir posta bürünen suç dehasına ilham vereceğini kim tahmin ederdi? Tarihin gelişigüzelliğinde, zamanla sahnelerde abartılı ifadelerle halkı eğlendiren tiplemelere dönüştü bu taklitçiler. Oradan kültürü Antik Yunan’dan miras alan Roma’ya geçtiler ve Bizans’la Ortaçağ Avrupa’sında yeni kıvamlar aldılar.

Ortaçağ Avrupa’sı ağızdan çıkarsa yanına hemen kilise eki gelmelidir, bunu tarihe meraklı olanlar bilir. Çünkü kilise baskısını o kadar arttırır ki, aslında Zeus’un yıktığı kaidesine kendisi dikilir. Pagan dinlerle birlikte halkın yaşayış şeklini törpülemeye girişen din adamları, haliyle kendilerinden izinsiz serpilen tiyatroyu da kötülemeye başlarlar. O dönemlerde yiyecek ekmeğini performansla sağlayan gezici oyuncular var. Bu gariban oyuncuları durdurmaya çalışan kilise, gücünün sanatçıların inadına yetmediğini anlayınca arka kapıdan dolanarak onları kendi saflarına katar: Hristiyan geleneklerini canlandırsınlar diye himaye altına alırlar. Bunlar komedi gösterileri yapan oyuncular çoğunlukla. Giysileri kırmızı, yeşil ve sarı gibi çarpıcı renklerle bezeli.

Ortaçağ’da soytarılığın delilikle eşdeğer tutulduğu belli. Soytarıları temsil eden tiyatroculara karşı ne yapsa yeridir tarzı bir anlayış hakim. 15. yüzyılda ise Vice adlı bir şeytani karaktere dönüşüyor bu serbestlik. İnsanlığın zayıflıklarını komedi unsuruna çeviren tipleme, özellikle İngiltere halkı tarafından çok seviliyor. Tipleme diyorum çünkü Hacivat tarzında bir canlandırma gelsin aklınıza.

Vice açık seçik bir dil kullanır ve zıplayıp bağırarak şeytani zekasını komediyle harlar. Tanıdık gelmiştir illa ki. Kendisi direkt The Fool veya Joker kartının sembolik atası. Gösterinin kötü adamlığını yaparak olayları karıştıran, düşmanlığı körükleyen onun planları.

Saray Soytarıları

Tabii bildiğimiz anlamda soytarıdan bahsetmiyorum hala. Aslına uygun soytarıyı o dönemlerde daha çok saraylarda bulabilirsiniz. Başlığındaki çanlar ve elindeki sopayla kralın eleştirel bir minyatürüydü direkt.

İlk soytarının hangi coğrafyada ve hangi hükümdara hizmete başladığı bilinmese de Fransa’da, haçlı seferlerinin öncesinde varlığı tespit edilmiş. Kanıtı satrançta fillere Fransızca soytarılar anlamına gelen, les fous denmesi… Gerçekteyse satranç tahtasından daha kritik hamleler yapmaları gerekiyordu, şaha karşı.

Saray soytarısı, kralı günlük dertlerden arındırmak gibi devasa korkunç bir işi üstlenmişti. Üstelik o dönemlerde eğlence anlayışı medeniyetten fersah fersah uzakta. Doğuştan zeka veya fiziksel geriliği bulunanlara gülmek istiyorlar. Ama bunun yanında deli rolü yapan akıllıları da işe aldıkları oluyor. Çünkü söylediklerinden dolayı hoşgörülen soytarılar, krala halkın dertlerini şakayla karıştırarak izah edebilen tek saray çalışanı. Gizli danışmanlık bile yapanları var. Yine de can güvenliği garanti bir meslek denilemez. Günümüzdeki komedyenlerin yediği linçlerin etkisini idam tehdidiyle çarpınca, soytarıların stresini daha iyi anlarsınız. Zekayı ve aptallığı aynı anda gerekli dozlarda barındırırken, ipte yürümek saygı duruşunu hak eder.

Öte yandan Rönesans’ta kültürel devrimden nasiplenen soytarılar daha büyük bir serbestlik kazandılar. Ve Shakespeare’in tiyatrosu gibi sahnelere adım attılar. Sahnedeki soytarı tipi artık acımasız şakalarını yalnızca yönetene değil, halka da yapıyordu. Bu durum da halkın soytarıya karşı saygıyla dolu bir korku duymasına neden oldu. Sebebi, gerçeği mizahla kaplayarak da olsa ancak deli bellediğimize verişimizde gizli. Zayıflıkları ustaca gören gözlerin karşısında dikilmek zor.

Günümüze yaklaşırken soytarılık modern sıfatlara bürünse ve palyaçoyla yer yer kesişse de 16. yüzyılın İtalya’sında, halka gösteri yapan Commedia dell’Arte tiyatrosu geleneğin temellerini sağlam tuttu denilebilir. Çünkü tiyatronun en yetenekli oyuncusu, yüzünü maskeyle kapatan baklava desenli kostümüyle Arlecchino’ydu. Renkli kostümü, modern palyaçolara ilham veren geleneğin halkalarından biri. Yüz boyalarının da zamanla maske yerine evrimleştiğini düşünebiliriz. Harley Quinn’le benzerliğiniyse söylememe gerek yok sanırım.

Soytarı parlak bir zekayla görülmek istemeyeni tam ortaya koyar, toplumu kendi çarpıklığıyla yüzleştirir ve bunları yaparken de kahkaha attırmak zorundadır. Joker bu kahkahaları alır ama kendisinden başka kimseyi güldürmez. Adını ve tipini aldığı soytarı gibi acımasız bir ironiyle, ikiyüzlülükle dalga geçer. Ve iyileştirme amacı gütmeden toplumun yozlaşmasını diline dolar. Olumsuz taraflarına rağmen kötülüğünü şeytani bir mizaha bulamak ve alaycılığını kullanarak ölümcül tuzaklar hazırlamak onu soytarılığın hakiki mirasçısı yapıyor. Sizce de öyle değil mi?

Yararlandığım kaynak için: 1

Author

Alternatif evreninde voleybolcu olamayan versiyon. Düşünce satıcısı, hikaye koleksiyoncusu. Ayrıca yanaklı birey. Bence dünyanın hayallere, hayallerin kelimelere ihtiyacı var.

2 Comments

  1. Muaddib Ersoy Reply

    Elinize sağlık. Kaynaklarda bir sorun var galiba, erişilemiyorlar.

    • Cansu Özbay Reply

      Çok teşekkür ederim ^^ Maalesef ben de ulaşamadım kaynaklara yeniden, geçici bir sorun da olabilir. Yeniden bulursam ekleyeceğim.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.