Justice League, şehrin bizim bulunduğumuz yakası için kritik bir önem arz ediyordu: DCEU adıyla karşımıza çıkan DC süper kahramanları film evreni, bu zamana her adımında tökezleyerek zar zor gelebilmişti. Dev franchise’ın bu kötürüm görünümüne sebep olanın eklemsel değil zihinsel problemler olduğu defalarca sayfalarımıza yansımıştı. Warner Bros. ve onun DCEU’yu idare etmesi için yetki verdiği kişiler, potansiyeli devasa olan bir film evrenini davranışlarını kontrol etme yetisinden yoksun bir birey gibi yönettiler. Kıskançlıklar, kararsızlıklar, düşüncesizlikler ve başına buyrukluklar Dawn of Justice ve Suicide Squad gibi çarpık eserlerle sonuçlandı. Şimdi vizyonda boy gösteren Justice Laegue, ilk bakışta, böylesi bir zihnin atabildiği yere düzgün basan ilk adım gibi duruyor. Fakat vaziyete geniş açıdan baktığınız vakit; ayağını sürüyerek yürüyen birinin bilinçli veya eskaza attığı tek düzgün adım, istikrar kazanmadığı sürece çok da bir anlam ifade etmiyor. Biz yine de -güçlü demekten altını çizerek imtina ettiğim- bu düzgün adımın istikrar kazanması umuduyla kendisine özel bir ilgi göstereceğiz. Justice League filmini gidip gören ve fikrimizi merak eden okuyucularımız, şenliğe hoşgeldiniz!
DC filmleri Man of Steel’den bu yana, Wonder Woman’ı ayrı tutarak, atmosfer konusunda ciddi sıkıntılar yaşadığı için Justice League’in genel atmosferi merak konusuydu. Justice League, stüdyonun bu konuya çalıştığını açıkça gösteriyor. Film ne BvS’nin hatasını devam ettirerek kafamızda lavabo kıran öfkeli ve kibirli bir atmosfere sahip ne de bundan kaçmaya çalışırken sulu şakalarla dolu bir kuyuya düşüyor. Karakterlerin bağımsız şov-modeller değil de birbirleriyle iletişime geçebilen kişiler olduğunun fark edilmesi ve bu iletişimi dahil edici ve/veya matrak biçimde yapan Flash, Cyborg ve (nihayet!) Superman gibi karakterlerin varlığı sayesinde Justice League; eğreti pozlar kesmeyen bir DC filmi olmuş. Öte yandan, DC’nin ekran parlaklığını biraz açmanın ve yüzlerinin gülmesinin kahramanlarının karizmasını çizmeyeceğini görmesi ihya edici olsa da film zaman zaman yersiz ve kalitesiz esprilerle bir karizma kaybı yaşamış. Daha sonra detayına ineceğimiz şekilde bu kayıptan en etkilenen kişi haliyle Batman olmuş. Özetle, birbirinden çok farklı tarzlara sahip iki ayrı yönetmenin dokunuşları, zıttı da çok mümkün olduğu halde, Justice League’in atmosferini hiçbir şey değilse bile rahatlıkla sokakta dolaşılacak noktaya getirebilmiş.
Filmin iki ayrı yönetmene sahip olması atmosfere olduğunun aksine film akışına artı sağlayamamış, beter hale getirmiş. Zaten eserin en problemli yanı da bu: Justice League’in akışı en olumsuz anlamıyla baş döndürücü. Ek çekimler, karakter bolluğu, evren kurma çabası, hikaye anlatma derdi gibi ağır faktörler filmin telaş ve aceleyle bir noktadan ötekine atlamasına neden olmuş. Film; yeni bir mekan, karakter, durum gösterdiği zaman ona kendini tanıtacak süreyi katiyen vermemiş. Bir an Lois ve Clark ile çayırlarda koklaşılırken diğer an kötücül bir tanrıya karşı mücadele verilmiş. Gelişmeleri es geçip doğruca olayların nihai noktalarına atlayan bu akış filmde ciddi bir duygu ve sürükleyicilik eksikliğine neden olmuş. Aynı problemi Man of Steel hariç her filminde yaşayan DCEU, haftalık çekilen bir dizinin günü kurtarma motivasyonlu montajcılarıyla çalışıyormuş havasından yeni filminde de kurtulamamış.
Justice League’in belirgin özelliklerinden biri karakter odaklı bir film olması. Aynı ilk Avengers filmi gibi son derece tahmin edilebilir bir arka plan hikayesinin önünde karakterlere ve aralarındaki dinamiğe yoğunlaşıyor. Bu, team-up yaşanan her hikayede beklenilen bir özellik, iyi yapıldığında çok da keyifli. Önümüzdeki örnekte keyif kaçıran bazı noktalar yok değil. Öznelinde; kimi baştan sona, kimi bir kısmıyla kotarılamamış karakterler ve dahil oldukları dinamikler var. Fakat genelinde Justice League, karakterleri arasında sağlıklı ekran süresi ve diyalog paylaşımları yapan bir team-up hikayesi olmuş. Fark koyan, yenilikçi, ilginç hiçbir yanı olmasa da nihayetinde ortaya çıkan şey dümdüz ama keyif veren bir kahraman filmi olmuş. Tabii öyle kaymağını alıp gerisini koyvermek yok. Madem film karakter odaklıydı, biz de odaklanırız aynı karakterlere.
Popülist bir manevrayla Batman‘e nam-ı diğer Bruce Wayne‘e öncelik tanıyalım: Kendisi filmin en kötü olmasa da en problemli karakteri. En kötü olmadan en problemli nasıl oluyor derseniz; Batman, haliyle en göz önünde karakterlerden biri, hikayeye katkısı da ekran süresi de çektiği dikkat de bir hayli fazla. Böyle olunca karakter, problem teşkil edecek ya da etmeyecek birçok detaya sahip oluyor. Bu detayların dörtte biri bile problemliyse karakter diğer hepsinden daha fazla problemli bir yapı ediniyor. Batman’in en ciddi problemiyse sebepsiz ton değişimi olabilir. Şu an Justice League’i değerlendiriyor olsak da yorumlarımızda Dawn of Justice’den etkilenmememiz mümkün değil. O filmde Batman’in ne kadar asabi, vurdumduymaz, acımasız çizildiğini hatırlayalım. Bunlar çizgiromanlardan tanıdığımız Batman’in zaman zaman gösterdiği tavırlar olsalar da sebepsiz sergilendiğinde saçma sapan gözükmüştü. Bu filmdeyse önceki hatayı telafi etme çabasıyla Batman’i bu özelliklerden kaçarcasına uzaklaştırmışlar. Bu sefer de koskoca Kara Şövalye mizahşör ve babacan bir şekle bürünmüş, en az BvS Batman’i kadar özünden uzaklaşmış. Yani “Söyle bana, kanın akar mı?” durumundan “Bi yerlerimin kanadığı kesin ehehe.” durumuna süreçsiz ve hedef şaşıran bir geçiş yapılmış. “Superman benim olduğumdan daha insan.” şeklinde mükemmel çıkarımlar yapan Bruce Wayne’e aynı filmde Superman’in önünde utanıp sıkılarak “Ben sana seni sevmiyorum demedim ki yaa.” dedirtilmiş, tatlar kaçırılmış.
Bruce ve Clark’ın telafi edilmeye çalışılan ama komik duruma düşürülen ilişkisi bizi filmin gizli kahramanına, Superman‘e götürsün. Tanıtım aşamasında asla resmi bir ağızdan Superman’in dirileceği bilgisini almamıştık fakat öyle olacağı gün gibi aşikardı. Neden olduğunu tartışmanın çok da anlamlı olduğunu düşünmemekle beraber nasıl olduğunun mühim olduğu fikrindeyim. Luthor’un Zod’a uyguladığı yöntemi Mother Box’la destekleyerek daha sağlıklı bir sonuç almak herhalde en yaratıcı ve heyecanlı diriltme hikayesi değildi. Bunun yanında mantıksız bir fikir de değildi. Eğer BvS’de çizilen gereksiz ihtişamın ufak bir kırıntısı diriltme seramonisine yansıtılsaydı, Bruce ve Diana arasında geçen etik tartışmasıyla dikkat çeken, Superman’in dönüşü izleyicinin hatrında daha iyi bir yer tutabilirdi. Ekibin, dirilişinin hemen ardından bilinçsizleşen ve öfkeye kapılan Superman’le baş etmeye çalıştığı o çaresiz anlar ise -özellikle Flash ve Superman’in dövüşü sayesinde- çizgiroman severlerin yıllarca başa sarıp sarıp izleyeceği sahneler arasına girmeye aday. Keşke Superman’i sakinleştirebilen şey Lois Lane olmasaydı da hızlanan nabzımız göz devirerek normal seyrine dönmeseydi.
Justice League’in azımsanmayacak hatalarını sindirmemizi sağlayan ve DCEU’ya umut veren faktör yine Superman oldu. Nihayet, sonunda, neyse ki, şükürler olsun ki Henry Cavill’in Kriptonlu karakteri beyaz perdeye Superman olarak yansıtılabildi. Bu filmde Superman gülümsedi, motivasyon sağladı, güvende hissettirdi, umut verdi! Aslına bakarsanız yeterli değildi. Karakterin temelleri şimdiye kadar düzgün atılsaydı Superman’in dönüşü üzerinden yazılmaya çalışılan bu umut hikayesi çok daha başarılı olabilirdi ama en azından Man of Steel ve Dawn of Justice’in ettiği hakaretlerin özrü layığıyla dilendi; Superman sivillere öncelik verip koca bir binayı tek elle taşıdığında, en stresli anda ekip arkadaşını sakinleştirip sorumluluğu üstlendiğinde kahramanın sevenleri şimdiye kadar çoktan onlara ulaşması gereken bir sevgiliye kavuştuklarını hissedebildiler. Superman, CGI ile kapatılan bıyığına rağmen, umut verebildi.
Trinity’i ayırmaya cüret edemediğimden Batman ve Superman’den sonra bahsi Wonder Woman‘a getireceğim. Fakat hakkında sarf edilecek çok da bir söz olmadığını belirtmeliyim. Wonder Woman filminde karakter gelişimini izlediğimiz Diana kendisini aynen Justice League’e taşımış. Üzerinden küçük bir liderlik öyküsü anlatılmaya çalışılmış ama zorlama duran bu çaba havada kalmış ve bir yere varamamış. Karakter kişisel olarak yerinde sayınca, üstüne Themyscira yaz sezonuna geçip bikinili Amazonlar’a at koşturarak Wonder Woman filminin feminist yapılarına balyoz vurunca Justice League; Diana ve çevresi için pek de olumlu bir intiba bırakamamış.
Wonder Woman yerinde sayarken ilk kez ortaya çıkıp az bir ekran süresiyle büyük yol kat eden bir karakter var ki siz onu Cyborg olarak tanıyorsunuz. Talihsiz bir hadise sonucu öldü sanılan ama babasının Star Lab’deki laboratuvarında Mother Box yardımıyla hayat bulan Victor Stone’un orijin öyküsü, öz biçimde anlatılabilmiş Justice Leagude’de. Apartman dairesinde geçen depresif bir sahne Cyborg’un durumunu ışıklı şovlara mahal vermeden seyirciye iletebilmiş. Daha sonra Flash ile yaşadığı bromance ve çözüme giden yolda anahtar oluşu karakteri ekip dinamiğinde çok göze çarpmayan ama rahatsızlık da vermeyen bir yere koymuş. Karakterin ve öyküsünün göze batan tek problemini ekibe özensiz dahil edilişi kabul edebiliriz.
Sanıyorum bu süperkahraman ekiplerinin zayıf halkası hep fantastik bir krallığın varisi olan karakter olmak zorunda. Avengers filmlerinde diğerlerine kıyasla kotarılamayan kişi Asgard’ın varisi Thor’du. Bu filmde o karakter Atlantis’in varisi Aquaman. Ne karakteri ne de öyküsü becerikli ellerce oluşturulmuş olan Aquaman’in filme katkısı havalı pozlar ve laflardan fazlası değil. Superman’in ışığında ekrana umutla bakan gözlerimiz alkolik ve bıçkın bir varisin adaletli, ilham verici bir krala dönüşmesi hayalleriyle Aquaman’in içler acısı portresini güzellemeye çalışıyor. Ancak Whedon’ın elinden çıktığı belli olan kementin üzerine oturma sahnesi, nam-ı diğer Arthur Curry’nin albenisini iyice yerin fersahlarca altına sokuyor. Çekimleri tamamlanmış ve bir prodüksiyon masasında servise hazırlanan Aquaman filmine dair büyük beklentileriniz varsa pes etmeyi tercih edebilirsiniz.
İnanın hiç beklemiyordum Flash‘ın bu filmdeki en güzel şey olacağını. CW’nin berbat dizisinden ve BvS’deki kötü ilk intibasından sonra Justice League’in Flash’ından maksimum beklentim tat kaçırmadan hikayenin hamuruna karışıp gitmesiydi. Belki de süpriz etkisinin de yardımıyla dünyanın ağırlığına uyum sağlayamayan, yersiz espri yapması üzerine yerli espriler yazılan Barry Allen; acemiliği bahane edilerek kalabalık aksiyon sahnelerine müthiş yakıştırılmış sahneleri ile Flash; başta fazla iyi rol kestiği için kötü rol kestiğini sandığım ve film ilerledikçe ağzımın payını veren Ezra Miller Justice Laegue filminin hiç şüphesiz en iyi yanıydı. Her ne kadar çizgiromanlarındaki karakterinden uzak oluşuyla birtakım tepkiler alacaksa da ben Barry Allen’ın bu yorumuna katkı sağlayan herkese bir kahve borçlu hissediyorum.