4. “Barışı dayatmak. Amazon şiarı. Sevgi ve anlayışı yay, ama bu uğurda yumruklarını kana bulamaktan da korkma. Bana hâlâ bu paradoksa inandığını söyleme.“
Bu söz, Wonder Woman’a söyleniyor. Wonder Woman’ın karakterinin en enteresan taraflarından biri bu. Ve onu DC Comics’in üçüncü büyüğü yapan şey de, harfiyen bu. Wonder Woman; gözü karalığı ve taktisyenliğiyle Batman’e benziyor. İyi ve kötüyü ayırabilme içgüdüsüyle Superman’e benziyor. İkisiyle de bu yüzden anlaşabiliyor. Ama onu muazzam kılan şeyin altını da Kingdom Come çiziyor işte kusursuzca. O bir savaşçı. Bir diplomat, bir kahraman. Ama bunların hepsinin ötesinde bir savaşçı. Ve yaptığı şey, her zaman, daimi savaş. Dawn of Justice, bununla ilgili bir şeyler söyleyebilecek kadar etkili kullanmadı Wonder Woman’ı. Ki Gal Gadot’ta bunları kaldıracak ışık vardı. Ama dakika itibariyle, yine de filme bu yerden kızmanın bir anlamı yok. Bizim bu alıntıyı buraya almamızın sebebi, bu cümleleri Batman’in kurması. Batman’in temel ideolojisi bu işte. Barışı, düzeni, refahı, umudu kanla yaymaya çalışmak bir paradoks. Ki altını çizeyim, bu cümleleri kuran, Dawn of Justice’den çok daha fazla şey görmüş geçirmiş; daha mesafeli ve kuşkucu bir Batman. Ama her neyse, Affleck’in müthiş performansı biraz mühür vuruyor ellerime. Onu bırakıp, esas meseleye geçmek istiyorum biraz. Muazzam bir aktör performansıyla da kurtulmayan, Kingdom Come ile fark ettiğim eksiğe. Superman’e.
5. “Dinle beni Clark. Yapabildiğin onca şey arasından… Once gücün arasından… En büyüğü her zaman doğru ve yanlışı ayırabilme konusundaki içgdüsüel bilgin oldu. Bu senin insanlığının sana hediyesiydi. Seçimlerini asla sorgulamak zorunda kalmadın. Her durumda, her krizde, sen ne yapılacağını bilirdin.”
İşte Dawn of Justice’in, ve uzantısı olarak bütün DCEU’nun problemi bu. Man of Steel’ın de Superman karakterizasyonu ile ilgili problemi buydu. Burada Norman McKay’in yaptığı tespit, çok doğru. Mark Waid’in kelimeleri çok doğru. İşin daha da önemlisi, defalarca altları çizildi çizgi roman dünyasında. What’s So Funny About Truth, Justice and the American Way?‘de çizildi. Birthright‘ta çizildi. New 52′da çizildi. Superman’in süper gücü ateş fışkırtmak, şimşek sıçmak, donunu sallayınca gökdelen yıkmak değil. Superman’in süper gücü, tek derdi alın terinin karşılığını ihtiyacı olanla paylaşıp, kimsenin rızkını yememek olan Kansas’lı bir çiftçi aile tarafından yetiştirilmiş olmak. Bunun kattığı ahlaki değerlerden asla şaşmamak. Babasının vasiyetini omuzlarından hiç indirmemek.
Dawn of Justice bunu yansıtamadı. DCEU da bunu yapamaz zaten. Çünkü buradaki Superman’in babası, onu sınıf arkadaşlarını kurtardı diye haşlayan, kendisini kurtarıp da güçlerini belli etmesin diye ölmeyi göze alan bir baba. Dolayısıyla onun oğlu da boyun kırdı, yıkıma sebebiyet verdi, sonra iki ters manşet atılınca da Mark Waid’in kurban olunası kalemiyle nefes kesici bir şekilde kapsülize ettiği o “içgüdüsel bilgi” hiç olmadığı için, sevgilisinin yanına gidip “Bıraksam mı bu dünyaları” diye depresyona girdi, gitti babasının ruhuyla komün yaptı.
Kingdom Come da depresyona girmiş bir Superman ile açılıyor. Dünyayla bağını koparmış. Ama o Superman bile, o vazgeçmiş Superman bile –ki zaten şahsi değil depresyonu, insanlığa dair umudu yitmiş sadece– gidip tarım yapıyor. Tarlayla uğraşıyor. Her şey tükendiği zaman döndüğü yer Kansas’taki o çiftlik yani. Adam her şeyi kaybettiğinde, geriye kalan şey Jonathan ve Martha Kent’in oğlu aslında. Ama bunları filmde göremiyoruz, çünkü Jonathan Kent oğluna “Sen manyak mısın elalemin çocuklarını niye kurtardın, ya kimliğin deşifre olsaydı” diye gider yaptı, Martha Kent de “Ya oğlum, ister anıtları ol, ister hiçbir şeyleri olma, dünyaya borcun mu var” dedi. Dolayısıyla evet, onların oğlu boyun da kırar, bina da yıkar. Superman değil çünkü. Çünkü Superman’in dünyası, şunun üzerinden dönüyor:
6. “Benim hakkımda haklısın. Güven benim dünyamın merkezi. Bu beni onun hakkında bir uzman yapıyor mu bilmiyorum… Ama sana güvendiğimi biliyorum. Yıllar içerisinde yaşadığımız onca fikir ayrılığına rağmen… Hep güvendim.”
Superman diyor bunu. Batman’e. Çünkü evet. Kaçırılan en kilit nokta bu işte. Superman güvenir. İtimat eder. İkinci şanslara hazırdır. Umudu vardır. İnsanlığa dair, iyiliğe dair. Superman ilham vermek ister. İnsanların daha iyi olmalarını sağlamak ister. Onun için “sadece zayıf olanlar vahşete boyun eğer“. Onun için Batman’in tüm Justice League üyelerini durdurmak için plan yaptığını öğrendikten sonra, diğer üyeler onu aforoz etmek üzere karar aldıklarında, kenara çekilip, Batman’in eline bir kutu kriptonit tutuşturmaktır doğru hareket. Onun için gerçekten de güven, dünyanın merkezindedir, çünkü o ailesinden öyle görmüştür. Kal-El’i Smallville’den çıkartabilirsiniz, ama Smallville’i Kal-El’den çıkartamazsınız. Çıkmamalıdır da. Superman iyi olan ve olabilecek her şeyin sembolüdür, fener ışığıdır ve o, öyle olmak için gecesini gündüzüne katarak savaş verir. Kendisiyle değil. Düşmanlarıyla da değil. Bir nefesle dünyanın tüm problemlerini alaşağı etme içgüdüsüyle. Çünkü bilir ki, her gün savaş vermek, her gün doğru olanı yapmak için kolay olana kıyasla biraz daha fazla çabalamak, yapabileceği en süper ve en kahramanca harekettir. Çünkü bilir ki, eğer her şeye kadir adam, doğru olanı yapmak için bu kadar çabalıyorsa, o zaman insanoğlu bundan feyz alacaktır.
Ben Snyder’ın bunları umarsızca, birkaç güzel gözükecek kare için harcadığını düşünüyorum. Hem burada, hem de Man of Steel’da. Dürüst olmak gerekirse, bunlar benim bu Kingdom Come okuyuşuma kadar adını koyduğum şeyler değillerdi. Eminim yazıyı yalapşap, atlaya atlaya okuyacak insanların yorumları ne kadar Marvel fanboyu olduğumla ilgili olacaktır. Ama hayır. Ben Kingdom Come’ı okurken, tam 10 sene önce ilk defa okuduktan sonra DC’ye neden aşık olduğumu hatırladım. Ve Snyder’a, beni bunlardan mahrum bıraktığı için ekstra sinir oldum. Bu yüzden de dökmek istedim içimi Belki biraz DC’yi DC yapan şeylerin ne olduğunu, bilmeyenler için altını da çizebilirim umuduyla.