Yeni bir kitaba başlarken kafamızda pek çok soru oluyor: Kapaktaki isim anlattığına uyuyor mu, vaat ettiğini veriyor mu, çevirisi iyi yapılmış mı, yazarın dilinden anlıyor muyum? İnternet çağına yetişen insanlar olarak şanslıyız ki bu tür sorularımızı, pek çok farkı platorm üzerinden bizim için cevaplayan birçok insan oluyor. İnsanlar, bu platformlar aracılığıyla bizlere okudukları ve bizim de ilgimizi çeken o kitapla ilgili yorumlarını yapıyorlar ve böylece biz de tüketmeye heveslendiğimiz eserle ilgili bir ön bilgi sahibi olmuş oluyoruz. Peki, yetiyor mu? Tamamen tanımadığımız kişilerin kendi edebi zevklerine ve ilgi alanlarına göre değişen bu yorumlar, hepsi kendi cinsinin bir özgün üyesi olan insanlar için kapsayıcı mı? Bizce değil ve bu yüzden de Geekyapar ailesi olarak çok şanslı olduğumuzu düşünüyoruz. Çünkü genel olarak konuşmak gerekirse, edebî eser deyince belirli zevklerimiz var ve bu belirli zevklere hitap eden eserleri birlikte değerlendirebileceğimiz bir de yayınevi işbirliğimiz var. İthaki’nin eşsiz katkıları, geek okuyucunun zevkiyle birleşiyor ve size, ilginizi çekebilecek yahut gözünüze çarpan ama zamanınıza değeceğinden çok da emin olamadığınız eserlerle ilgili bir ön okuma sunmuş oluyoruz.
Yakın zamanda İthaki Yayınları’nın seriyi devralmasının ardından raflardaki yerini alacak olan Kıyamet Polisi, bunlardan biri. Daha fazla uzatmadan sizleri, bilim-kurgu ile polisiyeyi birleştiren bu eserin ön okumasına davet ediyoruz.
KIYAMET POLİSİ
BİRİNCİ KISIM
İntihar Şehri
20 Mart, Salı
Sağ Açıklık 19 02 54.4 Dik Açıklık -34 11 39 Uzanım 78.0
Delta 3.195 Astro-birim
1.
Sigortacıya bakıyorum, o da bana, modası geçmiş kemik çerçeveli gözlüğünün arkasındaki soğuk gri gözleriyle bakıyor; içimde berbat ama heyecanlı bir his var, vay be gördüklerim gerçek ve ben buna hazır olduğumdan emin değilim, hem de hiç.
Gözlerimi kısıp tekrar adama odaklanıyor ve daha yakından bakabilmek için ağırlığımı verdiğim ayağımı değiştiriyorum. Gözler, gözlük, ince çene, hafiften açılmaya başlamış alın ve çenenin altında düğümlü ince siyah kemer.
Bu gerçek. Öyle mi? Bilmiyorum.
Derin bir nefes alıyorum, dikkatimi toplamaya zorluyorum kendimi, ceset dışında bir şey dikkatimi çekmemeli, kirli zemini görmemeli, tavandaki ucuz hoparlörlerden yayılan beş para etmez lokanta müziğini duymamalıyım.
Koku mahvediyor beni; kullanılmış kızartma yağıyla sıvanmış at ahırı gibi berbat, boğucu bir koku. Dünyada hâlâ doğru düzgün yürütülen birçok iş var ama gece gündüz açık bir fast food restoranındaki tuvaletlerin gece temizliği o işlerden değil. Durum şöyle: Sigortacı düşüp tuvalet taşıyla bölmenin donuk yeşil renkli duvarı arasına sıkışmış, saatlerce bu durumda kalmış. Ta ki polis memuru Michelson rastlantı eseri tuvalete girip de onu görünceye kadar.
Michelson vakayı 10-54S koduyla yani intihar olarak bildirmiş, zaten öyle de görünüyor. Son aylarda öğrendiğim, daha doğrusu öğrendiğimiz bir şey varsa o da insanların kendilerini filmlerdeki gibi tavandaki kirişe ya da lambaya asıp intihar etmedikleridir. Ölmekte kararlıysalar –ki son zamanlarda hepsi kararlı– kendilerini kapı tokmağına, portmantoya ya da sigortacı adamın yaptığı gibi engelli tuvaletinin tutamağı olan bir yatay boruya asıyorlar. Sonra da eğilip ağırlıklarını aşağı veriyorlar sadece, düğüm gittikçe sıkışıyor, soluk borusu tıkanıyor.
Biraz daha öne eğiliyor, çömeldiğim yerde sırtımı düzleştiriyorum, düşüp etrafa parmak izlerimi bırakmamak için alanı sigortacıyla daha uygun şekilde paylaşmanın yolunu bulmam lazım. Dedektif olarak çalıştığım son üç buçuk ayda dokuz intihar vakası gördüm ama hâlâ soluk borusunun tıkanması yoluyla ölen birinin yüzünün aldığı hale alışabilmiş değilim: dehşetle açılmış gibi ileri fırlayan, ince örümcek ağlarına benzer şekilde kanlanan gözler, dışarı çıkıp yana kayan dil, şişmiş ve kenarları morarmış dudaklar.
Gözlerimi kapatıyor, ellerimle ovuşturuyor, sonra tekrar bakıp adamın hayattayken neye benzediğini tahmin etmeye çalışıyorum. Yakışıklı değilmiş; bunu hemen anlamak mümkün. Yüzü dolgun ve orantısız: çene fazla küçük, burun fazla iri; şişe dibi camlı gözlüğün arkasındaki gözler ise boncuk gibi.
Anlaşıldığı kadarıyla sigortacı uzun siyah bir kemerle intihar etmiş. Kemerin bir ucunu tutamağa bağlayıp ötekine de cellat düğümü atmış.
“Evlat, baksana bir. Kim bu arkadaş?”
“Peter Anthony Zell,” diyorum sessizce, başımı hafifçe arkaya çevirip Dotseth’e bakıyorum, adam tuvaletin kapısını açmış sırıtarak tepemde dikiliyor. Elinde dumanı tüten bir bardak McDonalds kahvesi var, boynunda ekose desenli şık bir fular.
“Beyaz bir erkek. Otuz sekiz yaşında. Sigortacı.”
“Dur tahmin edeyim,” diyor Dotseth. “Köpek balığı tarafından parçalanmış. Yok, yok, dur: İntihar. İntihar mı?”
“Öyle sanırım.”
“Afalladım yahu! Şoke oldum!” Denny Dotseth, başsavcı yardımcısı. Ablak yüzünde neşeli bir ifade olan kır saçlı bir eski kurttur. “Affedersin Hank. Sen de kahve ister miydin?”
“Hayır, efendim, teşekkür ederim.”
Kurbanın arka cebinden çıkan siyah suni deri cüzdandan öğrendiklerimi Dotseth’e anlatıyorum. Zell, ofisleri Eagle Meydanı’nı gören Water West Binası olan Merrimack Hayat ve Yangın Sigortaları’nda çalışıyormuş. Kullanılmış sinema bilet- lerine bakılırsa ergen maceralarından hoşlanıyormuş: Yüzüklerin Efendisi filmlerinin yeniden gösterimi, bilimkurgu dizisi Uzaktaki Soluk Işık’ın iki bölümü ve Hooksett’teki IMAX’te DC, Marvel’a karşı gösterimi. Cüzdanda ailesiyle ilgili bir ipucu veya herhangi bir fotoğraf yok ama beşlik ve onluklardan oluşan sek- sen beş dolar bulundu. Bir de sürücü ehliyeti var, adres de hemen bu şehirde: Matthew Caddesi, No:14, Güney Concord.
“Aaa, tamam. Oraları bilirim. O caddede küçük, sevimli evler vardır. Rolly Lewis’in de yeri orada.”
“Dövülmüş de.” “Kim? Rolly mi?”
“Hayır, maktül. Bak.” Sigortacıya dönüp o şekilsiz yüzünde, sağ yanağının üstündeki çürükleri işaret ediyorum. “Biri adamı fena benzetmiş.”
“Evet. Kesinlikle öyle.”
Dotseth esneyip kahvesini yudumluyor. Önceleri, bir ceset bulunduğunda New Hampshire yasaları uyarınca, başsavcılıktan birinin çağırılması bir zorunluluktu; böylece, bir cinayet davası açılacak olursa savcılık olayın başından itibaren işin içinde bulunabiliyordu. Ancak ocak ayı ortalarında, bu yasal zorunluluk eyalet meclisi tarafından içinde bulunulan olağanüstü koşullar- da, son derece gereksiz bulunarak kaldırıldı. Dotseth ile meslektaşları ise, hiç de cinayet mahalline benzemeyen cinayet mahallerinde karga gibi gaklamak üzere, hâlâ eyaletin her yanına koşturup duruyor. Artık, 10-54S vakalarına başsavcı yardımcısını çağırıp çağırmamak soruşturmayı yapan polis memuruna kalmış bir şey. Ben genelde arar, çağırırım.
“Başka ne haberler var delikanlı?” diye soruyor Dotseth. “ Az da olsa hâlâ tenis oynuyor musun?”
“Ben tenis oynamam efendim,” diyorum gözlerimi maktülden ayırmadan.
“Öyle mi? Kimdi o tenis oynayan?”
Çeneme parmağımı dayayıp düşünüyorum. Zell kısa boylu biri, en fazla 1.65 filan boyundadır ve şişe gibi göbekli. Vay be, diye düşünüyorum hâlâ; çünkü bu cesette, bu ölüde, bu özel intihar vakasında bir gariplik var ve bunun ne olduğunu çözmeye çalışıyorum.
“Telefonu yok,” diye mırıldanıyorum. “Ne?”
“Cüzdanı, anahtarları burada ama cep telefonu yok.”
Dotseth omuz silkiyor. “İddiaya girerim ki atmıştır. Beth de geçenlerde kendi telefonunu attı. Çünkü telefonların çalışması artık şansa kalmış. Beth de en iyisi o lanet şeyden kurtulmak diye düşündü.”
Başımı yukarı aşağı sallıyor, “Tabii, tabii,” diye mırıldanıyorum Zell’e bakarak. “Not da yok.” “Ne?”
“İntihar notu yok.”
“Öyle mi?” diyor, tekrar omuz silkiyor. “Belki bir arkadaşı bulur. Belki de patronu bulur.” Gülümseyerek kahvesini yudumluyor. “Böylelerinin hepsi not bırakır. Yine de bu aşamada nota ihtiyaç olduğu söylenemez, değil mi?”
“Evet, efendim,” diyorum elimle bıyığımı sıvazlayarak. “Öyle gerçekten.”
Geçen hafta Katmandu’da güneydoğu Asya’nın çeşitli yerlerinden gelen bin hacı hep birlikte yanmak üzere odun yığınına yürüdü. Hacılar kendilerini ateşe atmadan önce, çevrelerinde halka oluşturan rahipler dini şarkılar söyledi. Orta Avrupa’da ihtiyarlar Nasıl Yapmalı DVD’leri yayınlıyorlar: Ceplerinizi Taşlarla Nasıl Doldurursunuz, Banyoda Barbitürat Karışımı Nasıl Yapılır. Kansas City, St. Louis, Des Moines gibi Amerikan Orta Batı şehirlerindeyse ateşli silah modası var; intihar edenlerin büyük çoğunluğu ateşli silahla beyinlerini dağıtıyor.
New Hampshire’ın Concord kasabasında ise her nedense kendini asma modası var. Tuvalet bölmelerinde, samanlıklarda, inşaat halindeki bodrumlarda kendilerini asan insanlar. Geçen hafta cuma günü Doğu Concord’da bir mobilya mağazası sahibi bu işi Hollywood tarzı yapmayı deneyip, bornozunun kuşağıyla kendini yağmur oluğuna asmış. Fakat yağmur oluğu yerinden çıkınca adam boruyla birlikte evin sundurmasına düşmüş; hâlâ hayatta ama kollarıyla bacakları kırık.
“Neyse, bir trajedi tabii,” diye, boş bir ifadeyle lafımı tamam-
lıyor Dotseth. “Her biri ayrı bir trajedi.”
Saatine hızla göz atıyor, sıvışmaya hazır. Oysa ben hâlâ çömelmiş vaziyette, kıstığım gözlerimle sigortacının cesedini inceliyorum. Peter Zell dünyadaki son gününde bej rengi, kırışık içinde bir takım elbise ve içine açık mavi gömlek giymeyi tercih etmiş. Çoraplarının eş olduğunu söylenemez; biri koyu kahverengi biri bir ton daha açık kahverengi. İkisi de lastikleri gevşek olduğundan ayak bileklerine doğru inmiş. Boynunda- ki –Dr. Fenton’un daha sonra bağ diye ağlandıracağı– kemer kaliteli bir şey: Parlak siyah deriden, altın tokasında da B ile R harfleri var.
“Dedektif? Orada mısın?” diyor Dotseth. Başımı kaldırıp bakıyor, gözlerimi kırpıyorum. “Söyleyeceğin başka bir şey var mı?”
“Yok efendim. Teşekkür ederim.”
“Önemli değil. Her zamanki gibi bir zevkti, delikanlı.” “Bir şey var ama.”
“Nedir?”
Doğrulup yüzüne bakıyorum. “Diyelim ki, birini öldüreceğim.”
Bir sessizlik. Dorseth bekliyor, ilgili, sabrını abartıyor.
“Pekâlâ.”
“İnsanların durmadan intihar ettiği bir şehirde, öyle bir çağdayız. Her yerde. Burası bir intihar şehri.”
“Peki.”
“Taktik olarak, kurbanımı öldürüp cinayet süsü vermez miyim?”
“Olabilir.”
“Olabilir değil mi?”
“Evet olabilir. Fakat bu yerdekini diyorsan…”
Neşeli bir yüz ifadesiyle parmağını uzatıp yerdeki iki büklüm cesedi gösteriyor. “Bir intihar bu.” Sonra bir göz kırpıp erkekler tuvaletinin kapısını iterek açıyor ve beni Peter Zell ile baş başa bırakıyor.
“Ne diyorsun Sedyeci? Mezbaha aracını mı bekleyelim yoksa cesedi kendimiz mi paketleyelim?”
Polis memuru Michelson’a ters ters bakıyorum. Böyle durumlarda sahte sert adam hallerinden, “mezbaha aracı” ya da “cesedi paketlemek” gibi laflardan hoşlanmam, Ritchie Michel- son da bunu gayet iyi bilir; zaten tam bu yüzden şu anda benimle böyle uğraşıyor. Erkekler tuvaletinin kapısında durmuş cinayet mahallini güya gözetim altında tutuyor, bir yandan da sarı jelatine sarılmış yumurtalı hamburgerini yiyor ve üniformasının gömleğine damlayan soluk sarı yağ aşağı doğru iniyor.
“Hadi ama Michelson. Bir adamın ölümü sözkonusu burada.” “Affedersin Sedyeci.
Bu lakaptan da hoşlanmam, Ritchie bunu da biliyor.
“Dr. Fenton’un bürosundan birinin bir saat içinde buraya gelmesi lazım,” diyorum. Michelson başını sallayarak onaylarken yumruk yaptığı elini ağzına götürüp geğiriyor.
“Bu işi Fenton’un bürosuna mı havale edeceksin?” Kahvaltı olarak yediği hamburgerin jelatin ambalajını buruşturup top ya- pıyor ve çöp kutusuna atıyor.
“Artık onların intihar vakalarıyla ilgilenmediğini sanıyordum.”
“Karar dedektife kalmış,” diyorum. “Sanırım bu vakada otopsi yapılması gerekir.” “Öyle mi?” “Evet.”
Aslında umurunda bile değil. Bu arada Trish McConnell ise işini yapıyor. Restoranın öteki ucunda duruyor, kısa boylu, enerjik bir kadın, başındaki devriye kepinin altından siyah atkuyruğu çıkmış. Gazoz makinesinin orada etrafına bir sürü genci toplamış. Defter çıkarılmış, kalem ele alınmış, amirin söylediği gibi notlar alınıyor. Polis memuru McConnell, onu severim bak.
Michelson ise laf olsun diye beni kızdırmak için, “Genel müdürlüğün böyle işleri hızlı bitirmemizi istediğini biliyorsun,” diyor.
“Biliyorum.”
“Toplumun iyiliği, huzuru için filan.” “Evet.”
“Ayrıca dükkân sahibi de tuvaletin kullanıma kapalı olmasından dolayı fıttırmak üzere.”
Michelson başını tezgâhın başında duran kırmızı yüzlü patrona doğru çeviriyor, adam da bize bakıyor, parlak sarı gömlek ve ketçap rengi yelek giyen birinin ters ters bakması insana biraz gülünç geliyor doğrusu. Polisin orada bulunduğu her dakika onun için ticari açıdan bir kayıp; XVI. Madde gereği polise mukavemetten tutuklanmayı göze alabilse bunun hesabını kesin sorardı benden, suratından belli. Patronun yanında fasulye sırığı gibi uzun boylu bir yeniyetme, başındaki tezgâhtar şapkasının içinden gür saçları fışkırmış, sırıtarak bir polise bir de patronuna bakıyor, hangi tarafa kızacağından hâlâ emin değil.
“Ona bir şey olmaz,” diyorum Michelson’a. “Bu vaka geçen yıl olsaydı, sadece erkekler tuvaletini değil bütün dükkânı altı ya da on iki saat boyunca kapatırlardı.”
Michelson omuzlarını silkiyor. “Devir değişti.”
Kaşlarımı çatıp patrona sırtımı dönüyorum. Ne hali varsa görsün. Burası gerçek bir McDonalds bile değil. Artık gerçeği kalmadı zaten. Şirket geçen ağustosta piyasalarda yaşanan ve yüz binlerce cafcaflı vitrini bomboş bırakan panik sırasında üç haftada değerinin yüzde doksan dördü eriyince kapandı. Bunların çoğu, Concord’un ana caddesi üzerindeki şu içinde bulunduğumuz dükkân gibi giderek “korsan” dükkânlara dönüştü: Karşımda duran bu patron gibi yerel girişimciler tarafından sahiplenildiler, isim hakkı bile ödemeden abur cubur ve hazır yiyecek satarak güzel para kazandılar.
Artık ne gerçek 7-Eleven ne de Dunkin Donut dükkânı var. Panera dükkânları hâlâ var ama bu zincirin sahibi olan çift, an- lamlı bir ruhsal deneyim yaşayınca dükkânlarına eleman olarak bu yeni “dindaşlarını” doldurdular. Yani İsa’nın Müjdelerini din- lemek gibi bir niyetiniz yoksa bu dükkânlara gitmeye değmez.
McConnell’ı bir el işaretiyle yanıma çağırıp Michelson’la ikisine bu olayı şüpheli ölüm olarak soruşturacağımızı söylüyorum ve Ritchie’nin kaşlarını alaycı biçimde kaldırmasını fark etmemiş gibi yapıyorum. McConnell ise büyük bir ciddiyetle başını yukarı aşağı sallayıp not defterinin temiz bir sayfasını açıyor. Cinayet bürosu memurları olarak bu ikisine son emirleri bildiriyorum: McConnell ifadeleri tamamlayacak, sonra da gidip kurbanın ailesine bilgi verecek. Michelson burada kapıda bekleyecek, Fenton’un bürosundan birileri gelip de cesedi alana kadar olay mahalline kimseyi yaklaştırmayacak.
“Tamam,” diyor McConnell defterini kapatarak. “Çalışmaktan iyidir,” diyor Michelson da.
“Hadi ama Ritchie,” diyorum. “Bir adamın ölümü sözkonusu burada.”
“Evet Sedyeci,” diyor, “Bunu daha önce de demiştin.”
Mesai arkadaşlarımı başımı eğerek selamlıyor ve yanlarından ayrılıyorum, tam otopark tarafındaki kapının koluna elimi uzatmışken bir an duraksıyorum. Bir kadın telaşla otoparktan bulunduğum yere doğru geliyor, Başında kırmızı bir kışlık şapka var ama mantosu yok, kar aralıksız yağmasına rağmen şemsiye de taşımıyor, sanki buraya gelmek için sokağa çok acele çıkmış gibi, ayağındaki ince ayakkabılarsa otoparkın ıslak zemininde sık sık kayıyor. Derken beni görüyor, ona baktığımı fark ediyor, polis olduğumu anladığı o ânı yakalıyorum, alnı endişeyle kırışıyor ve topuklarının üzerinde dönerek uzaklaşıyor.