Bizim birime ait Chevrolet Impala’yla McDonald’s’tan uzağa, State Caddesi boyunca kuzeye doğru ilerliyorum, yarım santim kalınlığında buz kaplı yolda arabayı dikkatle kullanıyorum. Ara sokaklar ön camlarına karın biriktiği, park edilip terk edilmiş arabalarla dolu. Kırmızı tuğladan, geniş pencereli güzel bir bina olan Güzel Sanatlar Merkezini geçiyorum. Yolun karşısına açı- lan kahveye bir göz atıyorum. İçerisi tıklım tıklım dolu. Nalbur Collier’in dışında müşteri kuyruğu yılan gibi uzamış. Demek ki yeni mallar –ampul, kürek, çivi– gelmiş. Bir yeniyetme merdive- nin tepesine çıkmış, elindeki keçeli siyah kalemle karton tabeladaki fiyatları değiştiriyor.

Kırk sekiz saat, diye düşünüyorum. Çözülebilen cinayet vakalarının çoğu ilk kırk sekiz saatte çözülür.

Yolda benimkinden başka araba yok, ben geçerken yayalar başlarını kaldırıp bana bakıyorlar. Serserinin biri emlak alım satım ve broker’lık şirketi White Peak’in tahta çakılarak kapatılmış kapısında durmuş vakit öldürüyor. Ergenlerden oluşan bir grup bir yandan bir cigaralığı elden ele geçirerek tüttürüyor, bir yandan da ATM önünde volta atıyorlar, içlerinden pis keçi sakallı olan bir tanesi soğukta güçlükle nefes alıp veriyor.

State ile Blake Caddesi’nin birleştiği köşede iki katlı, eskiden bir büro binası olan yerin vitrinine bir metrelik harflerle YALAN DOLAN HERŞEY YALAN yazılmış.

Ritchie Michelson’la uğraşmasaydım keşke. Devriye polislerinin yaşamı ben bu işe başladığımdan beri iyice zorlaştı, şu on dört hafta da hiç kolay geçmedi kesinlikle. Evet, polisler işsiz kalmıyorlar ve ülkenin geri kalanına göre daha iyi para kazanıyorlar. Evet, Concord’daki suç oranı birçok kategoride birkaç istisna hariç, geçen yıldan bu yana, aylık bazda o kadar da yükselmedi; Sosyal Güvenlik Yasası gereği, artık ABD’de her türden ateşli silah ticareti, alımı ve satımı yasak zaten, tabii New Hampshire eyaletinde uygulanması zor, katı bir yasa bu.

Yine de insan, sokaklarda, her an herkesin gözleri önünde şiddet içeren bir olay çıkacakmış gibi hissediyor ve bu şiddet potansiyeli, savaştaki askerlere olduğu gibi aktif görevdeki bir devriye polisine de yavaşça ama ciddi ölçüde zarar veriyor. Yani Ritchie Michelson’ın yerinde olsam, ben de biraz yorgun, biraz bıkkın, arada sırada da ters şakalar yapmaya eğilimli biri olurdum.

Warren Caddesi’ndeki trafik ışığı çalışıyor ama ben her ne kadar polis olsam da, hatta köşede başka araba görünmese de duruyorum, gözlerim ön camda, parmaklarımla direksiyonda ritim tutarak ve şu mantosuz sokağa çıkmış acelesi olan kadını düşünerek, yeşil ışığın yanmasını bekliyorum.

“Haberi herkes duydu mu?” diye soruyor şamatacı ve şişko Dedektif McGully ellerini megafon gibi yaparak. “Tarihi biliyoruz.”

“Tarihi biliyoruz da ne demek?” diye soruyor Dedektif Andreas sandalyesinden fırlayarak. “Zaten bilmiyor muyduk?” Bu sırada şaşkınlıkla McGully’ye bakıyordu. “Zaten biliyorduk. Lanet tarihi bilmeyen mi kaldı.”

Herkesin bildiği 3 Ekim tarihine altı ay ve on bir gün var. O tarihte altı buçuk kilometre çaplı bir karbon ve silikat küresi dünyayla çarpışacak.

“Dev   topun   çarpacağı   tarihten   bahsetmiyorum,”   diyor McGully, Concord Monitor gazetesini havada sallayarak. “Üstün zekâlıların dev topun dünyanın neresine çarpacağını açıklayacakları tarih.”

Dedektif Culverson masasından kalkmadan, “Evet, gördüm,” diyerek başını sallıyor. Onun da elinde kendi gazetesi var: New York Times. “9 Nisan galiba.”

Benim masam odanın öteki tarafında, çöp kutusuyla küçük buzdolabının yanında. Önüme defterimi açmış cinayet mahallinde tuttuğum notları gözden geçiriyorum. Mavi kapaklı, üniversite öğrencilerinin sınav sorularını cevapladıkları türden bir defter. Babam öğretim üyesiydi, öldüğünde tavan arasında bunlardan yirmi beş kutu bulduk. Açık mavi renkli, az yapraklı defterler. Hâlâ bunları kullanıyorum.

“9 Nisan mı? Az kalmış sanki.” Andreas tekrar sandalyesine gömülüp kendi kendine mırıldanarak tekrar ediyor. “Yakınmış sanki.”

McCully gülerken Culverson başını iki yana sallayarak içini çekiyor. Concord polisinin Özel Soruşturma Masası artık bu kadar: Bir odada dört kişi. Geçen yılın ağustosundan bu yana bizim şubeden üç kişi erken emekli oldu, bir kişi ansızın anlaşılmaz şekilde ortadan kayboldu, Dedektif Gordon ev içi şiddet dolayısıyla bir tutuklama yaparken el kemiğini kırdı, bu nedenle sağlık raporu aldı ama bir daha işe dönmedi. Şubedeki bu zayiat devriye polisi Palace’ın yani benim terfim sayesinde sona erdi. Aralık ayı başlarında dedektifliğe yükseldim.

Aslında bizim şube personel açısından talihli sayılır. İki kat aşağıdaki çocuk suçları bölümünde sadece iki polis memuru kaldı. Peterson ile Guerrera. Teknoloji suçları şubesiyse 1 Kasım’dan itibaren kapısına kilit vurdu.

McGully New York Times gazetesini açıp yüksek sesle okuma- ya başlıyor. Ben ise Zell davasını düşünüyor, defterimdeki notlarımı inceliyorum. Cinayet veya boğuşma izi yok // cep telefonu? // İntihar askısı: kemer, sarı toka.

Üstünde “B&R” yazan, süslü, güzel İtalyan derisinden siyah bir kemer.

“Massachusetts   Harvard-Smithsonian   Astrofizik   Merkezi’ndeki gökbilimcilere göre kritik tarih 9 Nisan,” diye Concord Monitor’daki yazıyı okuyor McGully. “Buradaki uzmanlar, sayısız gökbilimci, astrofizikçi ve bu işe kendini adamış amatörler ordusuyla birlikte 2011GV1 olarak bilinen büyük asteroit Maia’nın düzenli ilerleyişini takip ediyor–”

“Tanrım,” diye inliyor Andreas, öfke ve üzüntüyle bir kez daha yerinden fırlayıp McGully’nin masasına gidiyor. Kırklarının başlarında ufak tefek bir adam, bukle bukle siyah ve gür saçlarıyla yüzü bir meleği andırıyor. “Ne olduğunu biliyoruz. Şu yeryüzünde bunu bilmeyen kaldı mı zaten?”

“Sakin ol dostum,” diyor McGully.

“Tekrar tekrar aynı bilgileri vermelerinden bıktım artık. Sanki insanları bezdirmeye çalışıyorlar.”

“Gazete haberleri böyledir işte,” diyor Culverson. “Tamam ama ben bıktım.”

“Her neyse boş ver,” diyor Culverson gülümseyerek. Yetişkin Suçlar’daki tek Afro-Amerikan polis memuru. Hatta bütün Concord polis teşkilatında başka Afrika kökenli Amerikalı yok. Şaka olsun diye ona zaman zaman, “Concord’daki Tek Siyahi Adam” diye takılırlar, tabii teknik olarak doğru değil bu.

“Tamam,   tamam   burayı   atlıyorum,”   diyort   McGully, Andreas’ın omzunu sıvazlayarak. “Bilim insanları… Şey burayı da atlıyorum… Görüş ayrılığı büyük ölçüde giderilmiş… Atla, atla. İşte: Nisan ayında, çarpışmaya beş buçuk ay kala, deklinasyon ve sağ açıklık ölçümleri Maia’nın dünyada tam olarak nereye çarpacağının sadece yirmi beş kilometre yanılma payıyla belirlenebilmesi için yeterli olacak.”

McGully’nin güçlü bariton sesi hafifliyor. Ardından upuzun, alçak sesli bir ıslık koyuveriyor. “Yirmi beş kilometre.”

Bir sessizlik oluyor, radyatörün hafif tıkırtılarından başka bir ses yok. Andreas McGully’nin masasının başında, gözlerini gazeteye dikmiş, ellerini yumruk yapıp beline dayamış duruyor. Culverson ise rahat köşesinde eline bir kalem alıp bir kâğıt parçasına çizgiler çekmeye başlıyor. Mavi defterimi kapayıp başımı arkaya atıyorum ve tavanın tam ortasında bir yuvaya sabitlenmiş ışığın yanındaki bir noktaya gözümü dikiyorum.

McGully gösterişli bir hareketle gazeteyi iterek, “İşin can alıcı noktası bu kadar sayın bayanlar ve bayıltanlar,” diyor o bariton sesiyle yeniden söze girerek. “Sonra da tepkilere falan da girmişler işte.”

“Tepki mi?” diye bağırıyor Andreas, gazeteye doğru ellerini öfkeyle sallıyor. “Nasıl bir tepki?”

“Ne olacak, Kanada Başbakanı ‘Umarım Çin’e çarpar’ der mesela,” diyor McGully gülerek. “Çin Devlet Başkanı da, ‘Dinle beni Kanada, alınma ama biz hiç de öyle düşünmüyoruz’ diye açıklama yapar.”

Andreas nefretle homurdanıyor. Her şeyi izliyorum ama bir yandan da gözümü lambaya dikmiş düşünüyorum. Adamın biri gecenin bir yarısı McDonalds’a girip kendini sakatlar tuvaletinde asıyor. Gece yarısı adamın biri McDonald’s’a girip…

Culverson önündeki kâğıdı ciddiyetle havaya kaldırıyor. X ve Y ekseninde küçük karelere bölünmüş bir dünya diyagramı çizmiş.

“Concord Polis Müdürlüğü resmi asteroit bahisleri,” diyor ifadesiz bir sesle, “başlamıştır.”

Culverson’ı severim. Hâlâ gerçek bir dedektif gibi giyinmesi hoşuma gidiyor. Bugün üç parçalı bir takım elbise giymiş, metalik pırıltılı bir kravat ve onunla uyumlu bir cep mendili takmış. Oysa artık pek çok kişi kendini rahat hissettiği kıyafetler giyiyor. Örneğin Andreas’ın üzerinde uzun kollu bir tişörtle bir kot pantolon var. McGully ise Washington Redskin takımının armasını taşıyan bir eşofman giymiş.

“Madem öleceğiz,” diyor Culverson, “devriye polisi kardeşlerimizden birkaç dolar kazanalım da öyle ölelim.”

“Tamam da,” diyor Andreas etrafına kuşkuyla göz atarak, “Nasıl tahmin edeceğiz ki?”

“Tahmin mi?” diyor Culverson, Andreas’a katlanmış Monitor gazetesiyle vurarak. “Parayı nasıl alacağız onu düşünsene sersem.”

“İlk  tahmini  ben  yapıyorum,”  diyor  Culverson.  “Atlantik Okyanusu’na yuvarlak rakam olsun diye yüz dolar yatırıyorum.”

“Fransa’ya kırk dolar,” diyor McGully cüzdanını karıştırarak. “O hainler bunu hak etti.”

Culverson haritasını getirip masama bırakıyor. “Ya sen, Ichabod Crane?* Ne diyorsun?”

“Şey,” diyorum ölen adamın gözünün hemen altındaki morlukları düşünerek. Biri Peter Zell’in yüzüne yakın geçmişte ama fazla da yakın olmayan bir zamanda sert bir yumruk atmış olmalı. Belki iki ya da üç hafta önce… Bunun doğru cevabını Dr. Fenton verecek.

Culverson kaşlarını kaldırmış bekliyor. “Dedektif Palace?” “Zor soru. Hop, beyler, kemerlerinizi nereden satın alıyorsunuz?”

“Kemerlerimizi mi?” Andreas hileli bir soru sormuşum gibi önce göbeğine, sonra bana bakıyor. “Ben askı takıyorum.”

“Humphrey   diye   bir    dükkândan,”  diyor   Culverson. “Manchester’da.”

“Benimkileri Angela alır,” diyor McGully, spor sayfasını açıp arkasına yaslanıyor ve ayaklarını yükseğe kaldırıyor. “Ne diye bunları soruyorsun Palace?”

“Şu vaka üzerinde çalışıyorum,” diyorum Hepsi birden dönüp bana bakıyorlar. “Bu sabah McDonalds’da bulduğumuz ceset var ya hani.”

“Kendini asmamış mıydı o,” diyor McGully. “Şimdilik şüpheli ölüm olarak sınıflandırdık.”

“Biz mi?” diyor Culverson bana düşünceli bir ifadeyle gülümseyerek. Andreas hâlâ McGully’nin masasında, bir elini alnına dayamış gazetenin ön sayfasına bakıyor.

“Vakada boğulma aracı olarak siyah bir kemer kullanılmış. Şık bir şey. Tokasında B&R yazıyor.”

“Belknap & Rose,” diyor Culverson. “Bir dakika. Sen bunu cinayet olarak mı aldın? Herkese açık bir yerde cinayet işlendiğini mi düşünüyorsun?”

“Haklısın Belknap & Rose,” diyorum. “Bakın maktülün üzerindeki giysiler hiç de özel şeyler değil: bej rengi sıradan bir takım elbise, ütüsüz; eski bir takım elbise gömleği, koltuk altları lekeli; birbirinin eşi olmayan çoraplar. Ayrıca bir de kemeri var, ucuz cinsten kahverengi bir kemer. Ama asıldığı şey: Hakiki deriden, elde dikilmiş bir kemer.”

“Peki,” diyor Culverson. “Demek ki B&R’a gidip intihar etmek için kendine güzel bir kemer satın almış.”

“İşte,” diyerek söze karışıyor McGully sayfayı çevirirken. “Öyle mi gerçekten?” diye sorarak ayağa kalkıyorum. “Yani ben sıradan biri olarak intihar etmeye karar versem, birkaç tane kemerim olsa, neden yirmi dakikalık yola gidip Manchester denen yerdeki lüks bir erkek giyim mağazasından intihar etmek için özel bir kemer satın alayım ki?”

Biraz kamburumu çıkarıp masanın önünde bıyıklarımı sıvazlayarak volta atmaya başlıyorum. “Neden zaten var olana kemerlerimden birini kullanmayayım ki?”

“Kimbilir,” diyor Culverson.

“Daha da önemlisi,” diyor McGully esneyerek, “kimin umurunda?”

“Pekâlâ,” diyerek yerime oturuyor, tekrar mavi defterimi alıyorum. “Olabilir.”

“Uzaylı gibisin Palace. Farkında mısın?” diyor McCully. Çevik bir hareketle gazetesinin spor sayfasını top yapıp kafama atıyor. “Başka bir gezegenden gelmişsin sanki.”


*   Hayalet Süvari’nin ana karakteri.

1 2
Author

Kalabalıkta sesini kaybetmemek için içerik üreten biri. Her ateşin iyi bir hikâyeye ihtiyacı olduğunu düşünür. Film, kitap, dizi, karikatür oyun ve müziğin her türlüsüne ilgisi vardır ama parası yoktur. Onu her yerde "Tavşan" diye çağırabilirsiniz.

Bir Yorum Yazmak İster Misin?

This site uses Akismet to reduce spam. Learn how your comment data is processed.