Edebiyat dediğimiz şey çok değişik bir dünya aslında. Bir insanın okuduğu ile diğer bir kişinin okuduğu asla birbirinin aynı olmaz derler ya hani; aynısı farklı dönemlerde okumanıza bağlı değişen anlayışınız için de geçerli. Hiçbir zaman sabit kalmayan ve sürekli değişen bakış açılarıyla dolu bir dipsiz kuyu. İçinde ne kadar vakit geçirirseniz, kısık görüş açınız o denli genişleyip rahatlıyor. Veya daha havalı bir deyişle, Platon’un mağara alegorisindeki gibi gölgelere inanmaktan vazgeçtiğiniz an gerçek güneş ışığını deneyimleme şansına erişebiliyorsunuz.
Edebiyatın her bir alanı ufuk genişleten bir özelliğe sahip zannımca. En basitinden, bir çocuk kitabında bile edinebileceğimiz sayısız hayat dersi varken, bizler her seferinde “büyümenin getirdiği ayrıcalıkla”, kategorilere ayrıştırıyoruz her birini. Büyüdükçe yorumlarımız da değişiyor ve şekilleniyor, evet. Ancak hiçbir zaman doğru bir yorum yapıyor olduğumuzu savunamayız. Neden mi? Çünkü içimizdeki saflığı, iyiliği ve yozlaşmamış pırıltıyı kaybettiğimiz an, aslında hayatın bize dayattığı “büyüme” evresine girmiş oluyoruz.
Bu çok klişe bir yorum, biliyorum. “Büyüdük ve saflığımızı kaybettik” lafı, muhtemelen hayatımız boyunca en çok duyduğumuz şeylerden biri. Ama bir yandan da ne kadar doğru olduğuna şaşırmadan edemiyor insan. Çünkü sahiden de öyle. Zorunda olarak “büyüdüğümüz” şu yaşamda, saflığımızı her geçen gün birazcık daha kaybediyoruz. Çocuksu duygularımızı, heyecanımızı, hevesimizi ve iyiliğimizi her bir saniye daha da yitiriyoruz. Yedi yaşındayken okuduğumuz bir çocuk kitabını, yetmiş yaşındayken okuyunca çok daha farklı görebilmemiz bundan hatta.
Peki niye durup durduk yerde böyle bir iyilik, pırıltı ve saflık yitiminden açtık konuyu? Neden insanlığın yozlaşmışlığına bir yandan bakasımız geldi? Neden “yorum farklılığı ve edebiyat” temalı bir girizgahta bulunduk? Tek kelime ile söyleyeyim, sonra da uzun uzun açıklamasına girişeyim: Frankenstein.
Mary Shelley’nin on dokuzuncu yüz yıl içerisinde yazmış olduğu çağ dışı roman Frankenstein, zannımca en çok yanlış anlaşılan romanlardan birisi. Onlarca uyarlaması ile daha çok popüler kültüre yedirilmiş bir eser olan Frankenstein’ın yanlış anlaşılmalarının en başında ismi geliyor elbette. Canavarın ismi Frankenstein’mış sanan onca insanın varlığı, en az kitabın tüyler ürpertici atmosferi kadar korkunç. Öte yandan, ana mesajının ise “tanrıcılık oynamak” olduğunu düşünenler de aynı şekilde yanılıyorlar; bu da ayrı bir ürkütücü.
Evet, edebiyatın amacı her bir insana sonsuz sayıda farklı anlamlar ve duygular yaşatmaktır, kabul ediyorum. Ancak gel gelelim fani beynimizle her şeye yaptığımız gibi buna da bir genel kısıtlama getirmek zorunda kaldığımızdan ötürü, her bir eserin kendi içinde vermek istediği gizli mesajı çoğunluğa ulaştırmak çok daha elzem bir amaç. Modern zamanlarda çok daha değişik emellerle kitaplar yazılıyor olabilir; ancak geçmişteki yazarlar, sanatlarını çoğunlukla bir mesaj vermek uğruna icra ediyorlardı ve son derece de haklılardı.
Mary Shelley’nin Frankenstein’ı yazarken neler düşündüğünü ya da ne hissettiğini bilmiyorum. Kendisi üzerine incik cincik bir araştırma yapma fırsatına henüz erişemedim. Ancak Frankenstein kitabını okuduğum sırada, nedendir bilinmez, sanki tüm gayesini biliyormuş gibi hissettim. On dokuzuncu yüz yılda yaşayan ve o dönemde bir eser üreten bir insanın, aşağı yukarı neler düşünebileceğini ya da beyninin ne gibi şartlar altında böyle bir ürünü çıkarabileceğini tahmin etmek zor olmuyor. Gri bir sis bulutunun ardından doğmaya çalışan güneş gibi parıldama çabasındaki yenilikçi bilim kafasının; baskı altında, boğucu bir atmosferin yozlaşmışlıkla harmanlanmasından doğan bir çocuk Frankenstein. Umut verici olduğu kadar tüyler ürpertici. Kafa açıcı olduğu kadar farkındalıkla çıldırtabilecek kadar güçlü.
Kitap, Victor Frankenstein’ın “yaratığı” üzerine. Sayısız bilim tekniği, hocası ve kitabı araştıran Frankenstein’ın; başta çok naif sebeplerle inşa ettiği bu yaratığın trajik hikayesi aslında. Kitaba verilen ismin Victor Frankenstein’a ait olması, belki de bulduğum en yanıltıcı özelliklerden biri. Zira bu öykünün kahramanı Victor Frankenstein ya da başka bir insan değil, hepsinin aksine bizzat o “canavar”.
Bir “yaratık” olması sebebiyle atomu parçalamaktan bile zor olan ön yargıların asıl hedefi oluyor kahramanımız. Bir yaşama kavuştuğunda, insanlığın yozlaşmamış ve en saf halini içinde taşıyan bir varlık kendisi. Ancak bu saflık ve iyiliği kaybetmesindeki en büyük etkenin yine insanlık olması da o kadar acı ki, inanın “canavar”ın yaptığı hiçbir şeye olumsuz bakamıyorsunuz bir yerden sonra. Bu, insan olarak doğamızda aciz gördüğümüz her şeye daha ılımlı yaklaşmamızdan mı bilemiyorum ancak Frankenstein’ın Canavarı’nın aciz olmaktan başka her şey olduğunu söylersem, belki buradan bir beyin fırtınası konusu çıkar bizlere.
Frankenstein’ın Canavarı, bir insan tarafından yaratılıyor ve ilk nefesinden itibaren saf iyilik, naiflik ve masumluğun simgesi oluyor. Zaman geçtikçe yiten tüm bu pırıltılı özelliklerin sebebi ise yine insanlar maalesef. Onca zaman, yalnızca biz insanların pis ve kirlenmiş düşünceleri sebebiyle gerçek bir “canavar” haline gelen varlık; Shelley’nin bu kitabı yazma amacı bana kalırsa: Yani suratımıza ne kadar yozlaştığımızı vurmak.
Evet, on dokuzuncu yüz yıl İngiltere’si denildiğinde akla genelde zift kadar siyah ve boğucu atmosfer gelir. Bu dönemde yazılan çoğu roman da sırf bu boğuculuğu ve sıkıntıyı görelim, farkına varalım ve değiştirebilmek adına bir şeyler yapalım diye yazılmış bence. Dedim ya, çoğu eski yazar bir farkındalık yaratabilmek uğruna sanatlarını icra ederlerdi. Shelley de, insanlığın ne kadar toksik olduğunu kanıtlamak için ironik alegorilerle bezediği kitabını sunmuş insanlığa. Potansiyeli olan ama asla bunun sonucunu iyi bir yere taşıyamayan organizmalardan ibaret olduğumuz aşikar. Tiksintiyle baktığımız ancak bizzat kendi ellerimizden çıkan her şeye dahi, bu toksikliğimizi aşılıyor oluşumuzla aslında nasıl bir bataklıkta olduğumuzun portresi.
Frankenstein’ı okumamış olanlar için herhangi bir spoiler vermek istemediğimden ötürü bu kadar geniş ve genel konuşmak zorunda hissediyorum. Onca uyarlama ve popüler kültür malzemesi olmasına rağmen, gördüğünüzden çok ama çok farklı bir kitap olduğunu ancak okuduğunuzda anlayabileceksiniz; o yüzden bu deneyimi sizlere çok açıklamadan yaşatmak istiyorum sadece. Frankenstein’ı “yaratan-yaratılan” olarak görmenin yanlışlığını benden duyup, bizzat okuduktan sonra kendinizce edindiğiniz düşüncelerinizde yoğurun kendinizi istiyorum. Çünkü ben bu kitabı okurken Shelley hakkında en ufak araştırma yapmadan okudum ve tahminimce de insanlığın ne kadar lanet olasıca bir yapıya sahip olduğunu göstermek istediğini amaçladığını düşündüm. Siz de okurken farklı bir şey düşünebilir ve bunu çok daha farklı açılardan ifade edebilirsiniz. Edebiyatın en sevdiğim kısmı da bu zaten, herkesin fikri farklıdır ve hiçbirine yanlış deme hakkınız olmaz.
Frankenstein kitabından çıkarılacak bir mesaj varsa benim için şudur: Çocuk olmanın felsefesindeki bir “yaratığın”, yetişkinlik anlayışıyla boğulmuş insanların elinden çektiği tüm ızdıraba karşı direnmesi ve her şeye rağmen en sonunda dahi içindeki o saflıktan hiçbir şey kaybetmemiş olması. Frankenstein’ın Canavarı, “canavar” olarak korkutucu gözükebilir ve tüyler ürpertici şeyler yapmış olabilir; ancak hiçbir zaman insanlığın zehirlendiği gibi zehirlenmemiştir. Bir insanın sıkıştırarak elmas haline getirdiği kömür gibi tanımlasak, pek yanlış olmaz mesela. Tabii tüm bu saflığın sembolünün, yine toksik zehirlenme yaşayan bir insan evladının elinden çıkmış olması da çok ama çok ayrı bir ironi bu safhada.
E zaten hayat da, edebiyat da, büyümenin manası da böyle değil mi biraz? Hepsinin tek bir ortak buluşma noktası olan ironiklik…