Sinema ve tiyatronun en sevdiğim özelliği ne biliyor musunuz? Herkesin ağzını açmaya korktuğu zamanlarda “kral çıplak” diyebilmeleri. Bu, onları diğer sanat dallarından ayıran belki de en büyük özellikleri olabilir. Tarih boyunca yaşayıp ölen ve yeniden doğan diktatörler ile dalga geçip bunu yaparken sizi de güldürebilen bir sanata nasıl hayran olmazsınız ki?
Gel gelelim elbette ki sinema, diktatörler ile dalga geçerken birçok kez kendini tekrar ediyor ve klişelere başvuruyor. Biz de bugün sizlerle bu klişeleri konuşacağız izniniz olursa.
Öncelikle birazcık “diktatör” kelimesi üzerine konuşalım. Diktatör kelimesi Latince’de “Roma Cumhuriyeti’nde belli bir süre için olağanüstü yetkilerle donatılan yönetici” anlamına gelse de bizim bugün kullandığımız hali Fransızca kökenli “zorba yönetici” anlamına gelir. En basit tabiriyle, demokrasilerde kendine verilen olağanüstü yetkileri, kendi isteklerini halka zorla dikte eden yöneticiye denir.
Neredeyse her devlet şeklinde zalim yöneticiyi görsek de bir kişinin, kelimenin tam anlamıyla diktatör olabilmesi için bir demokrasi devletinde yönetici olması gerekiyor. Bu yüzden tam anlamıyla bir zalim bile diyemeyeceğimiz Julius Sezar, kendisinden önceki onlarca zalim yöneticiye rağmen birçok kaynakta tarihteki ilk diktatör olarak geçiyor. Bunun sebebi de kelimenin şu anda bizim kullandığımız gibi “zorba” anlamında değil, Latince anlamındaki haliyle kullanılması.
Diktatörlerin yeniden hortlaması için mükemmel ortam, 20. yüzyılın başında Birinci Dünya Savaşı’nın vuku bulmasıyla başlamış oldu. Böylece önce Avrupa, daha sonra bütün dünya tekrar diktatör liderlere kavuştu. Çoğunun hükmü, sebep oldukları İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda nihayete erdi ve diktatörlük kelimesi de Avrupa’dan uzaklaşarak, siyasi olarak daha dengesiz topraklar olan Doğu’ya doğru yelken açtı. Orta Doğu ve Asya, diktatörlerin yeni vatanları haline geldi.
Diktatörler harita üzerinde oradan oraya atlarken sinema da onları takip etti. Hitler’in Avrupa’yı işgal etmesiyle çıkan The Great Dictator filminin ardından, Orta Doğu’daki diktatörlerin hayatlarını konu alan The Dictator ve The Devil’s Double filmleri takip etti. Son olarak günümüzde hala yaşayan bir diktatörle dalga geçen The Interview filmi çekildi ama terörist saldırıları korkusu nedeniyle legal yollardan hiçbir şekilde gösterime sokulmadı.
Sinema diktatörlerin hayatlarına dair zaten bildiğimiz şeyleri gözümüzün içine sokuyordu ama bunu yaparken bir şeyi fark etmemizi sağlıyordu. Hangi film olursa olsun, hangi diktatörü anlatırsa anlatsın, kaç yılında çekilirse çekilsin diktatörlerin hayatları, yaşam standartları hep birbirine benziyordu. Bu da bize acaba bunlar birer sinema klişesi mi diye soru sormamıza neden oluyordu. Ama ne yazık ki olay öyle değil…
Bir diktatörün var olabilmesi için gereken ilk şart ya savaş ya da ele geçirilemez bir düşmandır. Sonuçta savaşta olmayan ya da hiç düşmanı bulunmayan bir ülke neden bir insanı olağanüstü yetkilerle donatsın, öyle değil mi? Ama her ne kadar savaş bir diktatörü doğuran ana faktör olsa dahi diktatör de savaşın devamlılığını mutlaka sağlamalıdır. Kazanılan ya da kaybedilen bir savaşın doğurduğu barış ortamında halk, diktatörün gereksizliğinin farkına mutlaka varacaktır. Bu yüzden iyi bir diktatör kendi düşmanlarını yaratabilmelidir, düşmanlarının devamlılığını sağlayabilmeli ve hatta gerekirse eski dosttan yeni bir düşman çıkarabilmelidir.
George Orwell’in yazdığı 1984 kitabını ilk okuduğumda farkına vardığım bir düşünceydi bu. Karakterimiz Winston’ın sorgulama sırasında O’Brien ona Büyük Birader’in varlığını devam ettirme sırrını açıklıyordu.
“Şunu asla unutma; her zaman üzerine basılacak bir yüz bulunacaktır. Partinin düşmanı olan çılgın biri olacak ve o hep aşağılanarak, defalarca yenilecektir. Parti güçlendikçe acımasızlaşacak; muhalefet zayıfladıkça, despotluk güçlenecektir. Goldstein ve onun yolundan gidenler sonsuza dek var olacak. Her gün, her an yenilgiye uğrayacak, aşağılanacak, gülünç duruma düşürülecek, ama hep yaşayacaklardır”
Çünkü eğer Goldstein olmazsa Büyük Birader de olmaz. Her Büyük Birader’in bir Goldstein’ı olmak zorunda; biri olmadan diğeri var olamaz. Eğer Goldstein bir yerleri bombalamadan bir yıl geçirirse veya hiçbir askeri öldürmez ve halka zarar vermez ise halk düşünmeye, hatta daha da kötüsü sorular sormaya başlayacaktır. Bu yüzden iyi bir diktatörün iyi bir düşmana ihtiyacı vardır.
“Tormanya dünyanın en büyük ordusuna sahip ama en büyük olmak fedakarlık gerektirir. Kemerleri sıkacağız.”
Charlie Chaplin’in oynadığı The Great Dictator filminde geçen bir replik bu hatırladınız mı? Savaş bir diktatörün olmazsa olmazıdır evet, ama savaş ucuz bir şey değildir. Askere ihtiyaç vardır, silaha ihtiyaç vardır. Hem de her zaman en son çıkanlarına, en büyüklerine ihtiyaç vardır. Bunun için de tabi ki para lazımdır ve tabi para için ise bazı fedakarlıklar yapmak gerekir. Yine de bu fedakarlıkları diktatör yapacak değildir.
Diktatör, halkın sürekli daha azıyla yetinmesini bekler. Bu duruma itiraz edenler, sesini yükseltenler birlik ve beraberliği bozmak ile suçlanır. Sonuçta kapıda bir düşman vardır ve ‘o’ oradayken kendi midesini, çocuklarının midesini düşünen bir insan bencil bir bireyden başka bir şey değildir.
The Great Dictator’den The Dictator’e, The Devil’s Double’dan The Interview’e kadar izlediğimiz bütün diktatör portrelerinde değişmeyen en önemli şey lüks düşkünlüğüdür. Dediğimiz gibi halk fedakarlık yapmalıdır ama bir diktatör asla! Halk sürekli daha azıyla yetinmeye çalışırken bir diktatör kendi giderlerinden ödün vermez. Çünkü o bir ülkeyi temsil etmektedir, en ufak bir mütevazılık zayıflık göstergesidir. Firavunlara yakışır sarayları olmalıdır; altından arabaları, altından silahları olmalıdır. Kendisini ziyarete gelen herhangi bir devlet başkanı odasına ulaşmak için bütün bir sarayı dolaşmalı, dolayısıyla diktatörün görkemi karşısında endişeye kapılmalıdır.
Bir diktatör çok şey olabilir ama aptal asla! Geçim sıkıntısından bunalan bir halkın ne kadar büyük kin ve nefret ile dolduğunu, eğer bu nefreti bir yere yönlendiremezse başına neler geleceğinin oldukça farkındadır. Bu yüzden halkın kinini ve nefretini çoğu zaman dışarıdaki yakalanamayacak, hiçbir zaman ülkeye getirilemeyecek bir düşmana yöneltse de gerekli gördüğü zamanlarda halkın nefretini yine halkın özel bir kesiminin üzerine yönlendirmekte asla tereddüt etmez.
Her ne kadar halkın nefretini sürekli kontrol altında tutsa da diktatörler asla rahat bir uyku uyuyamazlar. Çünkü tarihte diğer diktatörlerin başlarına gelenler, onlar için birer ders niteliğindedir. Bu yüzden kendi gölgelerinden bile korkar hale gelirler ve etraflarını yüzlerce koruma ile çevirirler. Halk onu seviyor gibi görünebilir ama aklı başında bir diktatör asla aç bırakılan bir halka güvenmez.
Halkı yönlendirmek için diktatörler çıkıp kendileri de konuşabilirler tabi ama sizin için bunu yapacak medya organları varken neden yorulasınız ki? Medya her zaman bir diktatörün en büyük gücü olagelmiştir. Medya geçmişi değiştirebilir, medya dün söylenen sözü bugün söylenmemiş olarak gösterebilir, medya dün kahraman olarak addettiğiniz insanları bugün düşmanlara dönüştürebilir.
Medyayı iyi kullanabilen bir diktatör dünün dostunu bugünün düşmanı, dünün düşmanını bugünün dostu olarak gösterebilir. Üstelik bunu o kadar ustaca yapar ki aksini iddia eden herkes medyanın kanıtlarıyla vatan hainliği ile suçlanabilir. George Orwell bize 1984 kitabında bunu çok basit bir denklem ile anlatıyor: “Geçmişi kontrol eden geleceği kontrol eder. Bugünü kontrol eden ise geçmişi kontrol eder.”
“Örneğin, şu anda, 1984 yılında (eğer gerçekten 1984 yılı ise) Okyanusya, Avrasya ile savaşıyordu ve Doğu Asya ile müttefikti. Ne resmen, ne de özel olarak bu üç devletin, daha önce başka bir biçimde kümeleşmiş oldukları kabul edilmiyordu. Aslında, Winston’ın çok iyi bildiği gibi, daha dört yıl önce, Okyanusya, Doğu Asya ile savaşıyordu ve Avrasya ile müttefikti. Ama bu, belleği gerektiği şekilde denetim altına alınmamış olduğu için aklında kalabilmiş ufak bir bilgi kırıntısıydı.”
Diktatörün en büyük korkusu halktır ama halk bunun asla farkında değildir. Çünkü eğer farkında olsalardı bir diktatöre sahip olmazlardı. Her ne kadar Karl Marx “Toplumsal konumu gereği proletarya sınıflı toplumsal yapıyı sona erdirecek olan iradedir” dese de George Orwell bu ifadeye büyük bir paradoks ile karşı çıkmaktadır: “Bilinçlenmedikçe başkaldırmayacaklar, başkaldırmadıkça asla bilinçlenmeyecekler.”
Son olarak bir diktatör demokrasiden ölümüne korkar. Bunu hemen hemen her filmde görebilirsiniz. The Great Dictator filminde Hynkel yaptığı ilk konuşmada “Demokrasi kokuşmuştur. Özgürlük kokuşmuştur. Söz hürriyeti kargaşa yaratır!” sözleriyle halka açıkça dile getirdiği demokrasi nefretinin altında aslında ondan dolayı duyduğu korkuyu dile getirir. 1984 kitabında Büyük Birader’in sloganı olan “Savaş barıştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür!” sözleri ise bu korkuyu pekiştirir niteliktedir.
Oysa bir diktatörün bakış açısından görebilseniz diktatörlük ne kadar güzeldir. Bunu size anlatmak için gereken diktatör özelliklerine sahip değilim biliyorum ama belki The Dictator filminden Aladeen sizlere kendi sözleriyle anlatabilir.
“Neden diktatörlere karşısınız? Amerika’nın diktatörlük olduğunu hayal edin. Ülkenin %1’i, ulusun tüm zenginliğine sahip olabilirdi. Zengin dostlarınızı vergi indirimiyle daha zengin yapar ve kayıplarını karşılayabilirdiniz. Yoksulların sağlık ve eğitim ihtiyaçlarını görmezden gelirdiniz. Medya özgür görünür ancak bir kişi ve ailesinin gizli denetiminde olurdu. Telefonlar dinlenir, yabancı esirler işkence görürdü. Hileli seçimler olurdu. Savaşa giderken yalan söyleyebilirdiniz. Cezaevlerinizi belli bir ırktan insanlarla doldururdunuz ve kimse şikayet etmezdi! İnsanları korkutup aleyhlerinde politikaları desteklemeleri için medyayı kullanabilirdiniz. Siz Amerikalılar için bunları hayal etmek zor ama bir deneyin.”
Özellikle seçimlere hile karıştırmak deyince Aladeen’in kendi adına düzenlediği olimpiyatlarda önce herkesten önde başlayıp daha sonra onu geçen yarışçıları vurması, son olarak da bitiş noktasındaki hakemleri korkutup ona gelmesini sağlayarak yarışı kazanması geliyor aklıma. Bir diktatörün girdiği seçimleri anlatmak için daha iyi bir yol aklıma gelmiyor doğrusu…
Aslında bu yazıya başlarken aklımda sinemadaki diktatör klişelerini anlatmak vardı ama ben anlattıkça farkına vardım ki sinemanın suçu yok, diktatörlüğün kendisi başlı başına bir klişe. Her klişe gibi unutulduğunu sandığımızda yeniden doğsa da aslında her klişe gibi tekrar tekrar unutulmaya mahkum. Yazıyı okurken içinizin sıkıldığınızı, hala dünyada yaşayan diktatörlerin varlığından endişe duyduğunuzu ve 21. yüzyılda hala bunlarla uğraşmaktan dolayı yorulduğunuzu biliyorum. Ama bütün klişeler gibi bu klişe de bir gün ölecek ve ister inanın ister inanmayın her şey çok güzel olacak. The Great Dictator filminde Charlie Chaplin’in son konuşmasında dediği gibi:
“Beni işitenlere şunu söylemek istiyorum: Kendinizi ümitsizliğe kaptırmayın. Üstümüze çöken bela, vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucudur. İnsanlardaki bu nefret duygusu geçecektir, diktatörler ölecek ve halktan zorla aldıkları iktidar yine halkın eline geçecektir.”