Saraylar, altından bardaklar, kral ve kraliçeler, drama dolu yaşamlar, güç ve iktidar, aile, Emmy ile Golden Globe ödülleri, tonlarca para ile inşa edilen prodüksiyonlar, mükemmel oyunculuklar, inanılmaz karakterizasyonlar, tarihi gerçek ve yalanlar, izleyerek bile pasif içiçi olabileceğiniz duman dolu sahneler… Hepsinin buluştuğu ortak noktanın ismi ise: The Crown.
2016 yılından bu yana Netflix’in kanal sahipliği yaptığı dizi The Crown, önümüzdeki 2019 yılı içerisinde üçüncü sezonunu sunmak için hazırlık yapıyor şu sıralar. Anneanne ve dedelerimizin doğduğu yıllardan beri hala tahttan inmeme konusunda ısrarcı olan Kraliçe İkinci Elizabeth’in hayat hikayesini anlatıyor dizi. Oldukça uzun ve engebeli bir hayat sürmüş olan İkinci Elizabeth’in hala da devam eden taht macerasına doğru da hızla yol alıyor üstelik.
Tarihi konuları ele alan yapımların genelde çok dikkatli planlanıp programlanması gerekir. Çünkü herhangi bir bilginin yanlış aktarımı, izleyici ve eleştirmenlerde inanılmaz büyük bir tepkiye yol açacaktır. Bu sebeple de gerçek tarihi bilgileri bizzat kaynak alan The Crown, bu konuda çok ustaca bir iş başararak üçüncü sezon öncesinde bile hala şöhretini korumaya devam ediyor.
Belirtmek isterim ki, ne Kraliçe İkinci Elizabeth’e ne de İngiliz sembolik monarşisi olan kraliyet ailesine zerre samimiyet duymuyorum. Bizzat monarşik olarak ülkeyi yönetmediklerini bilsek de, hala sembolik olarak çok büyük bir etkisi olan bu soyun pek de hayranı değildir birçok insan diye düşünüyorum. Daha demokratik bir yönetim biçiminin bizlere bizzat armağan edildiği -hatta gökten zembille indirilmiş gibi kucağımıza bırakıldığı- şu ülkede de, sanmıyorum ki aklı başında kimse kalkıp da bu sembolik monarşiye karşı ciddi ve samimi bir sevgi beslesin.
İkinci Elizabeth’in hayat hikayesini zerre bilmiyor ve merak da etmiyorum; dolayısıyla kendisinden pek de haz etmiyorum haliyle. Zaten kraliyet ailesinin de magazinsel haberlerini yalnızca internetteki espri malzemeleri arasında gördüğümden, çok ciddiye alınmaları gerektiğini de varsaymıyorum. Ancak gel gelelim bu faktör günümüzde ağır basıyor iken, geçmişte çok daha mühim görülmekteydiler kendileri. Çünkü sembolik de olsa bir iktidarın veya bir ‘lider’in varlığı, yüzyıllar boyunca insanlara umut ve güç veren bir sebep olagelmiştir. Sosyolojik açıdan da öğretilen bir genel bilgi bahsettiğim şey.
Peki bu durumda neden kalkıp da böyle bir diziyi yere göğe sığdıramadığımı anlatmak için size bir yazı yazıyorum? İşte meselemiz tam da bu sevgili geekler.
The Crown, söylenenlere göre Kraliçe’nin bizzat kendisinden de pahalıya patlayan bir bütçeye sahip. Sezon başına 130 milyon dolar gibi bir miktardan bahsedilse de, yapımcılar bunu net olmasa da reddediyorlar. Yine de dizide yer alan oyunculardan tutun da kullanılan en ufak bibloya kadar her şeyin en gerçekçi haliyle yansıtıldığını göz önünde bulundurduğumuzda, böyle bir bütçenin sezon başına harcanıyor olması hiç de olasılıksız gelmiyor kulağa. Kullanılan mekanlar, gidilen ülkeler, çekilen sahneler, giyilen kostümler, seçilen figüranlar derken gayet de olası bir şey. Zaten The Crown‘ı övmeye başlarken bizzat bütçesini öne sürerek bu yüzden başladım aslında: Çok fazla ’emek’ harcanıyor dizide.
Aynı zamanda bu bütçe, her şeyin son derece profesyonel ve kusursuza yakın yapılmasına da olanak sağlıyor. Bu sebeple de gerçekçi bir senaryo ve sinematografi ile aklımızı başımızdan alabiliyor. Üstelik gerçekçiliği konusunda birçok eleştirmenin “sonuna kadar doğru ve çarpıcı” şeklinde yorumladığı senaryonun, bir İngiliz propagandasından başka bir şey olmamasına rağmen bu kadar başarılı sunulmuş olması da inanılmaz şekilde ironik bir başarı.
Hollywood’un Amerikan milliyetçiliği üzerine dayandırarak kahramanlık destanlarıyla süslediği birçok dizi ve filminin yanında The Crown, belki de günümüzde bu milliyetçilik propagandasını en iyi başaran işlerden biri. Güneş batmayan ülkenin post-modern zamanlarda etkisi azaldı gibi gözükse de, aslında hep bir yerlerde sübliminal olarak sizlere yedirilmeye çalışılmış mesajlar hep vardı; olmaya da devam edecek.
E bu alttan alta yediğimiz “cici İngiltere” temalı mesaj neden bizleri bu kadar rahatsız etmiyor? Çünkü oyunculuklar görüp görebileceğiniz en mükemmel şeyler. Aktör ve aktisleri konusunda nötr başladığım bu dizinin en ama en güçlü yanının oyunculuklar olduğuna dair her türlü iddiaya girerim. Hatta Matt Smith’in gelmiş geçmiş en iyi performansının Prens Philip olduğunun altına da imzamı atarım. Claire Foy’u ise bugün tahta çıkarmamız gerekse, kesinlikle tercihimi ondan yana kullanırım. Onca şatafatlı bütçe zımbırtılarını bir kenara bırakın, baş rollerden figüranlara kadar herkesin kendi karakterini resmen yaşıyor olması, The Crown‘ın oyuncu seçimi konusunda şahane bir ekip ile çalıştığını anlayabiliyorsunuz.
Oyunculuklar elbette sadece Smith ve Foy ile bitmiyor. Dizide yer alan küçük çocukların bile aklınızı başınızdan alan performansları, John Lithgow‘ın tarihe geçecek Churchill oyunculuğuna kadar muazzam. Prenses Margaret’ı canlandıran Vanessa Kirby ise şu sıralar başka işlerine de bakmak istediğim yeni gözdelerimden.
Bir yapımı asla ve asla dahiyane oyunculuklar kurtarmaz diye düşünüyorsunuzdur muhtemelen. Ancak hayır, çok açık ve net bir şekilde aksini iddia ediyor ve arttırıyorum: Aktör ve aktrisler işlerini o kadar iyi yapıyorlar ki, kraliyet ailesi üyelerine neredeyse sempati duymaya başlayacağım.
Hayır, şaka değil. Çok ciddiyim. Claire Foy ne kadar ilahi bir oyunculuk sergiliyor emin değilim ama büyülenmişim gibi onu izlemekten kendimi alamıyorum. Üstüne üstlük hala tahttan inmeme konusunda inatçı olan Kraliçe İkinci Elizabeth’in tüm iticiliğine rağmen (daima espri malzemelerimin kaynağı olarak kalacaksın beyaz bunak, üzgünüm) Foy öyle bir portreleme sunuyor ki izleyiciye, gören gerçekten de empati kurmaya başlıyor. Üzerimde böyle bir etki yarattığı için Claire Foy’dan nefret mi etsem, yoksa tam aksine oyunculuğu Allahlık seviyesinde arşta gezindiği için ona tapınsam mı bilemedim.
Bir saatlik dizilere çok fazla dayanamayan biri olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki, The Crown su gibi akıp gidiyor. Üstelik İngiliz bürokrasileri konusunda ilginiz olmasa dahil genel kültürsel anlamda bilgilendiğiniz için kendinizi boş bir saat geçirmiş gibi de hissetmiyorsunuz. Yönetmenliğin de üst noktada olduğunu fark ettikten sonra görsel şölene kendinizi kaptırmamanız elde değil. Üçüncü sezonda da komple değişecek olan kadroda Elizabeth’i Olivia Colman, Prenses Margaret’ı da Helena Bonham Carter gibi isimler üstlenecekken inanın iki sezonu da bir anda bitiresiniz geliyor.
Atmosferine kapılırken dikkat edin yalnız; her bölümde en az on beş galon sigara tüketildiği için tertemiz bir ormanda bile olsanız, istemsizce pasif içiciymişçesine öksürmeye falan başlıyorsunuz. Uyarmadı demeyin.