Bu hafta Geekyapar!’ın güzide Youtube kanalında, Lafügüzaf bünyesinde mitoloji ve din ilişkisi üzerine konuştuk. Tabii videonun süresi, konu hakkındaki “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?” şeklinde özetleyebileceğimiz bu ilişkiyi açıklamak için yeterli gelmedi. Hem videoda bahsettiklerimizi açıklayalım hem de daha fazlasına kafa yormak isteyen varsa diye, üzerine biraz daha koyup bir de yazı girelim dedik. Yazıya geçmeden önce söz konusu videoyu aşağıya bırakıyorum:
Mitler ve dinler, çok çok uzun zamanlardan beri kopmaz bağlara sahipler. Bu bağların hepsini açıklamak için yeterli bilgi birikimine sahip olmak bir kenara dursun, bilgiler sağlam olsa bile nereden ayrılacaklarını kestirmek mümkün değil. Hiç değilse bir tarafından tutmak lazım diyerek güncel hayatımızda kendisine çokça yer bulan bir örnek üzerinden bu ilişkiyi değerlendirmeye çalışalım dedim.
Mitler, bir önceki Lafügüzaf’ta da bahsettiğimiz gibi kutsal ve gerçek kabul edilmişler. Bu yüzden de hemen her toplumda ya inancın bizzat kendisi ya da inanç sisteminin önemli bir parçası olmuşlar. Dolayısıyla din kurumu söz konusu olduğunda, mitlerin bu kurumdan apayrı bir şekilde düşünülmesi mümkün değil. Mitolojik sistemlerin en eski dinler olup olmadığı konusundaki hâlen süregelen tartışmalar bir kenara dursun, biz bu işe daha kültürel tarafından bakalım diyorum.
Toplumlar, bir inanç sisteminden diğerine geçtiklerinde, belki yüz yıllar, belki de bin yıllar boyunca inandıkları bütün unsurları birdenbire terk etmemişlerdir. Kültürel bir olgunun değişimiyle benzer şekilde, inançların değişiminde de değişimin nereden kaynaklandığıyla bağlantılı olarak kademeli bir dönüşüm gözlenmektedir. Söz gelimi ortada bir dayatma olduğunda insanlar, eski inanç ve geleneklerini terk etmek istemedikleri için ya görünüşte farklı bir biçimde davranıp gizlice eski temayüllerini sürdürmüşler ya da eski inançlarını yeni sistemin gerekliğine uyum sağlayacak şekilde güncellemişlerdir. Yaşanan değişim, bilinçli ve istekli bir şekilde gerçekleştiğinde de aynı şekilde eski inançlar ile yenileri arasında bağlantı kurulmuş, bu şekilde toplumun inanç ve gelenekleri farklı bir bakış açısıyla aktarılmaya devam etmiştir. Türklerin İslamiyet’e geçişi süreciyle ilgili söylenenleri hatırlarsak mesele daha da netleşecektir sanırım. Hani denir ya hep, Türkler zaten eskiden beri tek ve büyük yaratıcı kabul ettikleri bir Gök Tanrı’ya inandıkları için, tek tanrılı bir din olan İslamiyet’e geçişleri kolay olmuştur diye, bunun gibi bağlantılar kurmaktan bahsediyoruz.
Diğer taraftan yeni bir inanç sistemini benimsetmek isteyenlerin yapması gereken de bu durumda, yukarıda söylediklerimizle bağlantılı olarak eski inançlar ve geleneklerle bağlantılar kurmak olmuştur. Nitekim kutsal kitapların hepsinde toplumların bu eski inançlarını içeren metinlere hatırlatmalar yapılır, oluşabilecek boşluklar bu anlatılara yapılan göndermelerle doldurulur veya söylenenlerin gerekçesi için insanlara kendi bildikleri bir hikâye üzerinden örnekler gösterilir. Sözgelimi ne Tevrat’ta ne de Kur’an-ı Kerim’de yer alan Yusuf kıssasında, Zeliha yahut Züleyha ismi geçmez ancak insanlar bu kıssayı bildikleri başka anlatılarla bağdaştırırlar ve Züleyha ismini benimserler.
Yukarıda iki paragrafla özetlemeye çalıştığım sebeplerin sonucunda mitler ve dinler arasındaki ilişkiler, kopamayacak iplerle örülmüş; hangi inancın tam olarak hangi kökene dayandığını kesin olarak söylemek mümkün olmamıştır. Durum böyle olmasaydı bile böyle bir arayışa girdiğimizde karşımıza inancın doğasında yatan düşüncelerden kaynaklı sorunlar çıkacaktı. Çünkü temelde inanç kişinin kendisiyle ilgilidir ve dogmatiktir. Bu yüzden neyin hak, neyin batıl olduğu da cevabı herkese göre değişen ve kimsenin kesin olarak cevap veremeyeceği oldukça tartışmalı bir konudur.
Biz de bu haddi kendimizde bulmayalım ve onun yerinde mitolojik kökenleri bulunan bir inancın, yeni bir din etrafında şekillenmesi sürecine bir örnek verelim istiyorum. Konumuzu da artık açık etmiş olalım: Atalar Kültü ve İslâm tasavvufundaki evliyâlar üzerinden, Anadolu coğrafyasındaki türbe-ziyaret inançlarından bahsedeceğiz.
Atalar Kültü
Kült, Fransızca “culte”; tapınma, ibadet, dini tören ve ayin gibi anlamlara geliyor. Buradan da anlaşılacağı üzere, kavram direkt olarak inanç ve ritüellerle ilgili. Kültün ne olduğu veya nasıl oluştuğu hakkında daha fazla okumak isteyen olursa, şuraya tıklarsanız konuyla ilgili başka bir yazımıza sizi yönlendirmiş olayım.
Atalar Kültü, insanın bir ruhu (veya tin, töz) olduğu ve bu ruhun bedenin ölümünden sonrasında da yaşayanların dünyasında kalmaya devam edebileceği inancının bir yansımasıdır. Ölüm ve sonrasıyla ilgili olarak bu tip inançlara sahip olan toplumların hemen hepsinde ölülerin tamamen dünyadan göçüp gitmedikleri, onları memnun ve mutlu etmek gerektiği, zaman zaman da onlardan yardım istenilebileceğine ilişkin inançlar kendisine çokça yer bulmuş. Çeşitli toplumlarda görülen gömülme ritüelleri ve anıt mezarların içerikleri de bu düşünceyle oldukça bağlantılı. Eski Mısır’da mumyalama işlemi ölen kişinin organlarına ve bedenine tekrar ihtiyaç duyabileceği inancıyla yapılıyor, bazı Kuzey toplumlarında ölen kişinin eşi de kendisiyle birlikte gömülüyor yahut Türk kurganlarında ölen kişinin bazı değerli eşyaları veya bazen atı da mezarın içinde yer alıyor.
Ataerkil aile yapısının arka planına katkı sunduğu Atalar Kültü’nün oluşumunda, ölümden sonra olacaklara yönelik düşüncelerle birlikte bir de ecdadın kutsanmasının etkisi görülüyor. Ecdadın kutsanması meselesine bu gün de rastlamaktayız. Kutsanan bu kimselerin ölümlerinden sonra da belirli sıkıntılar söz konusu olduğunda toplumlarına yardım edecekleri düşünülüyor. Böyle bir güce muktedir olan ecdattan hem korkuluyor hem de onlara saygı duyuluyor. Tabii burada herhangi bir atadan bahsetmiyoruz. Bir kavmin kurucusu veya büyük bir hükümdardan yahut bir boyun soyundan geldiğini düşündüğü ilk atası gibi toplum nazarında büyük yer tutan önemli şahsiyetler bunlar.
Atalar Kültü’nü, Türk kültüründe hükümdarların Tanrı tarafından seçildiklerine, kutlu olduklarına ve Tanrının yeryüzündeki temsilcisi gibi tasvir edilmelerine yönelik inançlarla birlikte ele alırsak bu kimselerin Tanrı katında da oldukça önemli şahıslar olduklarını söylemek yanlış olmaz. Bu çıkarım, inancın veli–evliya kültüne dönüşümünü izlemek açısından da oldukça önemli.
Atalar Kültü’ne bağlı ritüellerle ilgili de elimizde pek çok bilgi mevcut. Eski Çin kaynaklarında Doğu Türklerinin kendilerine kurban sunmak üzere her yıl atalarının mağara mezarlarını ziyaret etmek gibi bir gelenekleri olduğu bilgisi veriliyor. Ziyaretler esnasında kurbanlar kesilebiliyor, adaklar sunulabiliyor. Bir nevi hac ziyareti olan bu gelenek çoğunlukla Ata’nın kendisine değil, Ata vasıtasıyla tanrısal güçlere ithaf ediliyor ve ziyareti de bizzat hânın kendisi ile üst düzey yöneticiler gerçekleştiriyor. Bu ziyaret geleneğine Bulgarlarda da rastlanıyor, dolayısıyla Atalar Kültü’nün tek bir bölgeye özel olmadığını, bozkırların bir ucundan diğerine kadar yaygın görülen bir inanç olduğunu söyleyebiliyoruz.*
Veli Kültü
Toplumların yeni bir inancı kabul ederken, eskiye ait tüm inançlarını birdenbire terk etmediklerini söylemiştik. Benzer şekilde Atalar Kültü, önce Budizm ve Manihaizm gibi inanç sistemlerinin kabulünde, daha sonrasında ise İslâmiyet ile birlikte Veli ve Derviş tiplerinin oluşumunda oldukça etkili oluyor.
İslâmiyet’in kabulüyle kendisine yeni bir zemin bulan Atalar Kültü, bu yeni dine uygun olarak Veli Kültü’ne dönüşüyor. Veli Kültü, temel olarak olağanüstü kuvvete sahip olan, Tanrı’ya yakın kabul edilen bir şahsiyetin, hayattayken veya ölümünden sonra herhangi bir konuda insanlara yardımının dokunacağına inanılması ve bunu sağlayabilmek için birtakım ritüellere başvurulmasıyla açıklanabilir.**
Bu temel açıklamadan yola çıkarak Veli Kültü’nün Atalar Kültü ile büyük oranda benzerlik barındırdığını fark edebiliyoruz. Tıpkı Atalar Kültü’nde olduğu gibi Veli Kültü’nde de yaşadıkları zaman boyunca toplum nazarında ve Tanrı katında önemli bir yeri olan kimselerin, öldükten sonra da bir şekilde yaşayanların dünyasındaki olaylara dâhil ve yardımcı olacaklarına inanılıyor.
Veli dediğimiz kimselerin, içinde bulundukları toplumun dini, ahlâki ve sosyal değerlerini temsil etmeleri ve toplum tarafından da benimsenmiş olmaları gerekiyor. Mitolojik devirlerde bu şahıslar kurucu atalar, hükümdarlar, şamanlar vb. iken, geçen zamanla birlikte günlük hayatımızda bunların da çeşitlendiğini görüyoruz. Tarikat pirleri, mezheplerin kurucuları veya temsilcilerinin yanında, halk arasında muteber bazı şahsiyetlerin de evliyalık mertebesine ulaştıklarına inanıldığını söyleyebiliriz. Örnekleri birbiri ardına takılmadan sıralarız hatta: Siz deyin Pir Sultan Abdal, ben diyeyim Oruç Baba; öbürü desin Hacı Bektaşi Veli, beriki desin Uyku Dede. Bu kimselerin hepsi de Veli Kültü ile bağlantılı olarak düşünülüyorlar.
Ortada bir Veli Kültü olup olmadığını anlamak için birkaç şeye bakmamız gerekiyor. İlk olarak bu Veli adına yapılmış bir mezar veya türbenin ya da kendisinden kaldığına inanılan bir kısım eşyaların bulunması söz konusu. Bu mezar, türbe veya eşyalar, bazı dileklerin gerçekleşmesi, hastalıkların şifa bulması gibi bir amaçla ziyaret ediliyor ve ziyaretler esnasında da çeşitli adak ve kurbanlar sunuluyor. Ayrıca dua mahiyetinde Veli ile ilgili ya da Veli’nin onun adı geçen birtakım sözler de toplum içinde kullanılıyor. Burada altı çizilmesi gereken ve Atalar Kültü ile paralellik kurulabilecek bir diğer nokta ise dua ve adakların Veli’nin şahsına yönelik olarak değil; Veli’nin aracılığıyla Allah’a ithaf ediliyor olması.
Türbe ve Makamlar
Konumuz özelinde türbeleri, Veli’lerin defnedildikleri düşünülen mezarları olarak tanımlayabiliriz. Makamların ise temsili mezarlar ve anıtlar olduklarını söyleyebiliriz. Bazen halka mâl olmuş önemli şahsiyetlerin gerçek mezarları veya öldükleri yerler belli değildir veya insanlar bu kimseleri çokça içselleştirdikleri için yaşadıkları yerler hakkında farklı inançlara sahip olabilirler. Bu yüzden de Anadolu’nun çok fazla yerinde söz gelimi Yunus Emre gibi çok sevilen kişilerin birden çok mezarı bulunmaktadır; bunlara da türbe değil, makam denilmesi daha doğru bulunmuştur.
Türbe ve makamlarda, Velilere atfedilen kerametlerle bağlantılı olarak pek çoğu kutsal bir ayin gibi görünen çeşitli uygulamalar yapılmaktadır. Dua etmek, oruç açmak, çaput bağlamak, tel çevirmek, anahtar asmak, tuz saçmak, şeker dağıtmak ve daha nicesi… Çok uzaklaşmadan anneannenize, annenize sorun; onlar size inanıp inanmamalarından bağımsız olarak bunlardan birkaç tanesini canlı tanık olarak anlatacaklardır. Özellikle İstanbul’un tarihi yarımadasında yaşayanlar veya bir şekilde yolu buralardan geçenler için söylediklerimiz daha tanıdık gelecektir diye düşünüyorum.
Veli Kültü ve türbeler etrafındaki inançların sadece bir avuç çaresiz kalmış yahut bilgisiz diye yadırganabilecek insan tarafından paylaşılmadığına da dikkatinizi çekebilmek isterim. Çünkü mitolojik unsurların izlerinin kalıcılığını ve onları taşıyan toplum hafızasının gücünü hafife almamamız gerekiyor.
Bir hastalığına şifa bulmak amacıyla dergâhlara giden, kısmet bulmak için Telli Baba’dan yardım isteyen, hamile kalmak istediği için türbe türbe gezen veya Ramazan aylarında televizyonda Oruç Baba’nın önünde toplaşıp iftar yapmak isteyen insanları gördüğü zaman çoğu kişi yargılayıcı davranabiliyor. İnanmayanlar zaten en başından bu kişileri cahillikle itham ediyor; din âlimleri şirke girmekle suçluyor, daha ılımlıları ise en iyi ihtimalle İslâmiyet’te böyle bir inanış bulunmadığını, bunların hurafe olduğunu söyleyerek vazgeçirmeye çalışıyor.
İslâmiyet çerçevesinden söylenenler doğru olmakla birlikte bu durum Anadolu insanının yüzyıllar öncesinden beri inandığı Atalar Kültü’nü yaşattığı, eski inançlarını İslâmiyet’e kattığı ve geleneklerini nesilden nesile aktarmaya devam ettirdiği gerçeğini değiştirmiyor. Atalar Kültü’nün İslâmiyet dairesinde nasıl güncellendiği ve yaygın olarak yaşatılmaya devam ettiğiyle ilgili yakın tarihten iki örnek verip yazıyı bitiriyorum.
17 Ağustos 1999 Depremi
Türkiye’nin üzerinden travmasını hâlâ atamadığı bir deprem 99 depremi. Büyük kayıpların verildiği ve şu an bu yazıyı okuyan hemen hepinizin hayal meyal de olsa tecrübe ettiği bir deprem. Bu gibi zamanlarda toplumsal hafıza, bin yıllar öncesinden beri sakladığı olguları da açığa vuruyor.
Eyüp Sultan Mezarlığı, İstanbullular daha iyi bilirler, oldukça kutsal sayılan bir ziyaret yeri. Özellikle Cuma namazları, kandiller, dini bayramlar veya Ramazan ayının getirdiği sahur/iftar etkinliklerinde önemi daha da artan bir yer. Mezarlığa defnedilmiş kimselerin muteberliği nedeniyle genel olarak Eyüp ilçesinin de böyle ulvî bir havası var zaten. 99 Depremi ile bağlantılı ilk olayımız Eyüp Sultan ile ilgili.
Çevrede yaşayan insanlar, deprem esnasında burada yatanların ruhlarının mezarlarından yükselip dua ettiklerini, insanların onların dualarının hürmetine zarar görmediğini söylüyorlar. Aynı depremle ilgili farklı yerlerde de buna benzer daha pek çok ‘efsane’ duymak mümkün. Bir yerde binaları tutuyorlar, bir başka yerde ses çıkartıp insanların evlerinden çıkmalarını sağlıyorlar gibi. Mezarlarından bir nurla yükselen bu velilerin görünüşleri de birebir aynı, bir ışık huzmesi içerisinde dua eden yeşil giysili insanları tasvir ediyor herkes.
Işık, yeşil renk ve dua bize direkt olarak İslâm kültürünü anımsatıyor ancak diğer yandan saygı duyulan ve büyük bir güç atfedilen ecdadın ruhlarının yaşayanların dünyasına dönüp yardım etmeleri İslâmiyet’in değil Atalar Kültü’nün bir yansıması.
İkinci örneğimiz ise deprem esnasında Fatih Sultan Mehmet köprüsü üzerinde bulunan insanların anlattıklarından geliyor. Köprüdeki insanların çoğu, nasıl olduysa, sarsıntı esnasında atının üstüne binmiş hükümdar Fatih’in köprüyü boydan boya turladığını görmüşler. Sultan Mehmet’in yüzü suyu hürmetine köprü sağlam kalıyor ve üstündekiler kurtuluyorlar. Ecdadın kutsanması devreye giriyor ve Fatih, yüzyıllar sonra İstanbul’u korumaya geliyor.
Bu örnekler bazılarınız için safsata veya mekânların ismi, hissedilen korku ve inancın birleşimiyle meydana gelen psikotik bir epizot olarak yorumlanabilir, doğruluk payı da vardır. Ancak bu durum, bu kadar insanın şiddetli bir korku ve kargaşa anında aynı figürleri, birebir aynı şekilde görmesinde yüzyıllardan beri süregelen mitolojik unsurların ve İslâm inancının büyük bir etkisi olduğunu göz önünde bulundurmamıza engel değil.
Atalar Kültü’nü bin yıllar öncesinden taşıyan ve İslâmiyet ile birlikte Veli Kültü şeklinde tekrar yoğuran İstanbul insanı, büyük bir korku yaşamaktayken Allah dostlarından geleceğine inandığı yardımı Eyüp Sultan’da buluyor. Sallanmakta olan bir köprünün üstündeki insanlar ise bin yıllar önce bir hükümdar ata ile başlattığı Atalar Kültü’nü, Peygamber sözü ile İstanbul’u fetheden bir başka hükümdar Fatih’in şahsında yaşatmaya devam ediyor.
Netice olarak mitolojik inançlar, bin yılları aşarak günümüze kadar ulaşıyor. Geçen bin yıllar içerisinde bu inançlar toplumun yeni inançlarıyla birleşiyorlar. Bazen dinlerin alt başlıkları veya bir başka cepheden yorumları oluyorlar. Son durumda hangi inancın, hangi yönüyle hak veya batıl olduğunu belki ayırt edemiyoruz ancak bunlar, koparılamaz bağlarla toplum hafızasında yaşamaya devam ediyor.
Ne harabiyiz ne harabatiyiz, kökü mâzide olan âtiyiz. Kalın sağlıcakla.
——————