Niye mezartaşı kitapları? Çünkü eğer bu kitapları okumadan ölmek gibi bir planınız varsa, kendinize geek falan diyemezsiniz. Bu yazı dizisinde geek külliyatının klasiklerini ele alacağız. Bilim kurgu, fantastik; çizgi, basılı… Sınırımız yok. Tüm efsaneler burada, elimizden geçecekler. Okunması için yaratılmış olsunlar yeter. Tartışmaya her zaman açığız. Bu haftanın konuğu, Nick Hornby’nin 1992 tarihli başyapıtı. Fever Pitch.
Fever Pitch, bir futbol kitabı. Baştan bunu söyleyip, bir kenara ayırmak istiyoruz. Peki o zaman neden “bu kitabı okumadan ölen geek, geek değildir” tutumundayız? Futbol bizim görüş alanımızın dışında kalmadı mı ezelden beri? Nedir şimdi birden bu merak? Bu soruların hepsinin cevabı ortak. Fever Pitch‘i her geek’in okuması gerekir, çünkü geek’liğin alt kültür, karakter yapısı olduğunun, beğenilerle tanımlanmadığının anlaşılması için bir futbol geek’i tarafından yazılmış bir kitabı okumaktan daha iyi bir yöntem yok.
İngiliz yazar Nick Hornby, konsepte neresinden yaklaşırsanız yaklaşın bir geek. Romanlarındaki ana karakterleri de öyle. Eğer Fever Pitch’i okumadıysanız, muhtemelen en popüler eseri High Fidelity‘yi kesinlikle okumuşsunuzdur. 1995 çıkışlı eser, etiyle, sütüyle bir geek kitabıydı; sadece mevzubahis geek’in hakkında tutkulu olduğu, üzerine listeler yaptığı, susmadan duramadığı konu müzikti. Fever Pitch, benzer bir karakteri konu ediyor, fakat iki fark var: Bu bir otobiyografi, yani ana karakter Hornby‘nin kendisi ve üzerine tutkuyla konuşulan mevzu müzik değil, futbol.
Fever Pitch, bu tutkuyu inanılmaz bir dürüstlükle sunuyor önümüze. Zaten Hornby’nin işlerinde ön plana çıkan bir numaralı şey değerli kelimeleriyle işlediği korkutucu bir dürüstlük olur genelde. Hornby’nin ana karakterlerini hem sever, hem de bazı noktalarda yaptıklarını hayretle izlersiniz. İngiliz yazar size yargılamaya açık insan portreleri çizer. Fever Pitch’in kıymetini arttıran şey bu portrenin yazarın kendisine ait oluşudur zaten. Çoğu zaman kendimize söylemeye utandığımız şeyleri Hornby‘nin kitap sayfalarında ölümsüzleştirdiğini görmek, inanılmaz bir tecrübedir.
Bu iki mevzuyu -ana karakterin geek’liği ve Hornby’nin dürüstlüğü- mükemmel özetleyen bir örnek var aklımda; kitabı okuduktan yıllar sonra bile zihnimin bir köşesini seyretmeyen. Kitap, Arsenal‘in 1968 ve 1992 arasında, Hornby’nin de hayatında önem taşıyan maç günleri üzerine yazılmış kısa kompozisyonlardan oluşuyor. Ana mevzu da Londra kulübünün 71-89 seneleri arasındaki 18 senelik şampiyonluk hasreti. Hornby‘nin kalemi, Arsenal’in üst üste yaşattığı hayal kırıklıklarını, kulübe olan bağlılığını ve hayatında yaşadığı hayal kırıklıklarını anlatır. Sonlara doğru, o dönemki partneri, Arsenal’i sahiplenmeye başlar. Kulübün başarı elde ettiği bir dönem, Hornby ile birlikte sevinecek kadar da ilerletir bu işi.
Hornby, kendi kelimeleriyle, durumu kıskanır. Bu kadın kim oluyordur da birden Arsenal hakkında seviniyordur? Bu Hornby’nin tutkusudur, 18 sene şampiyonluk için sabreden Nick Hornby‘nin ta kendisidir. Bu yüzden partnerine Arsenal sevgisi yüzünden kötü davranır ve koparmaya, uzaklaştırmaya çalışır. İşte bu, bence hem o dürüstlüğü, hem de geek’liği muhteşem bir şekilde özetliyor, çünkü bir, bunu yüksek sesle söylemek öyle az buz bir cesaret istemiyor ve iki, geek adamın kendi alanı konusunda korumacı olması, “hak etmeyenleri” hakir görmesi öyle zannediyorum ki hiçbirimize çok da uzak bir kavrammış gibi gelmiyor.
Bu futbol geek’liğinden kast ettiğim sadece şu hissiyat değil elbette. Bütün istatistikleri bilmenin, her maçı takip etmenin, futbol tarihi konusunda detaylı bir fikre sahip olmanın çizdiği bir portre futbol geek’liği. O tutkuyu hikayeleştirmesi, üzerine konuşmadan duramaması da cabası. Eğer bize daha yakın örnekler yardımcı olacaksa iyice netleştirelim, Ali Ece, Bülent Timurlenk, Bağış Erten gibi adamlardan bahsediyoruz ki zaten Fever Pitch‘i Türkçe’ye kazandıran adam da, Erten’den başkası değil.
İşte o yüzden, Fever Pitch‘i bir yerlerden bulup, okuyun. Spor tutkunu olmanın, illa ki “Futbol adam bıçaklamaktır” çizgisinde olması gerekmediğini, bazen birilerinin bizim filmlerimizi, dizilerimizi, kitaplarımızı sevdiğimiz gibi futbol’u sevebildiğini de görmek için. Aynı “en efsane Star Trek cast’ı neydi” diye konuşan adamlar olduğu gibi saatlerce “en efsane Milan kadrosu neydi” diye konuşan adamların da olduğunu bilmek için. Hiçbir şey için değilse, yaka kartımıza gururla taktığımız “geek” ibaresinin, ana akım medyanın tanımladığı kadar dar bir titr olmadığını bir defa daha kanıtlamak için.
O zaman yazıyı, üstte selam çaktığımız Bülent Timurlenk’in blogunu yıllardır süsleyen Fever Pitch alıntısıyla kapatalım, olur mu?
I fell in love with football as I was later to fall in love with women: suddenly, inexplicably, uncritically, giving no thought to the pain or disruption it would bring with it.